Arif, 22 Yaşında, Öğrenci
-Bir sinema kulübüne gidiyordum. Orada arkadaşlarla hep şeyi sorardık. “Neden buradasın, sinemaya merakın nedir?” Orada bir sürü tatlı hikayeler dinler, çok özenirdim. Sabzian’ın hikayesini, Close Up’taki hikâyeyi çok sevmemin sebebi de ordadır aslında. Birçok arkadaşımda bir tutku görürdüm… Mesela biri derdi ki; “Küçükken babamla sinemaya gitmiştik, o zamandan beri çok severim sinemayı.” Bir başkası derdi ki; “Bir film izledim hayatım değişti!” Bu cümleyi kurmuştu, -ki bunu söylerken çok ciddiydi. Ya da diyordu ki “Bir film izledim çok güzeldi, sonra hep film izlemeye başladım” falan. Ben o zaman çok özeniyordum bunları gördüğümde, çok etkileniyordum. Diyordum ki “Benim tutkum nerede? Ben neye bu kadar tutkunum?” Ya aslında ben… Ben Sabzian olamadığım için kahroluyordum.
İnsanların tutkuları, bir bağlılıkları, bir hikayeleri var. Ben hepsinin kurgusal olduğunu düşünüyordum. Şu günlerde fark ettiğim onların kurgusal olmadığı. Belki de hiçbir şey benim kurgum değil bilmiyorum. O günlerde, yani insanların söylediklerinden hep şunu düşünüyordum. Benim neden bir hikayem yok? Niye Sabzian olamıyorum? Sinemaya olan ilgim, ya da şiire mesela... Dönüp baktığımda o hikâye arayışı hep kafamdaydı. O sebeple mesela şeyden çok etkilenmiştim.
Üniversiteye geçtiğim sene bir Marksizm atölyesine gidiyordum. Bir metin okurduk, Marx’ın biyografisi gibi, yazar Marx’ın yazdığı metinlerle ilişkisini kuruyordu, hayatından pasajlarla anlatıyordu hikâyeyi. Orda bir anekdot anlatıyordu. Bir tutku hikayesiydi o… Bir gün arkadaşıyla balık tutuyor Marx, yaşamının sonlarına doğru. Arkadaşı Marx’a diyor ki “Sen, hayatın için en önemli şeye ne dersin?” diyor. “Derdin ne?” gibi bir soru soruyor. Şöyle anlatıyor yazar; “Marx şöyle daldı… Uzun süre düşündü ve bir anda sıçrayarak ‘kavga!’ diye bağırdı...” Bu mesela beni o zaman Marksizm’e ikna eden şey oldu. Hikâye burada demiştim. Marksizm olmasa bile, Marx’a büyük bir sempati beslememi sağlayan bu hikâye oldu. Hep sempatim vardı, bir şeyleri yaran bir figür olmasından dolayı… Peygambere duyulan sevgi de böyle bir şey. Bir şeyleri yarıyor. Put kırıcı hikayesi. Orda da şey olmuştu… O anekdot beni tekrar kendimle yüzleştirmişti. Çok düşünmüştüm… Hala da düşünüyorum… Nedir bendeki bu kavga? Yani ben gerçekliği en doruğuna ulaştığımda mı anlıyorum, nedir yani? Ben o sınıra varmadan anlayamıyor muyum? Çünkü bir yandan her şeyin anlamsızlığına da çok inandığım bir süreçti… Fakat şu an anlıyorum ki o anlamsızlık içerisinde ondan sıyrılmak ancak sınıra gittikçe mümkün. Dolayısıyla kavga anlamlı geliyor. Onu en sınırına götürmek gerekiyor, yoksa göremiyoruz gibi geliyor… Seçemiyor gözlerimiz. En ileri kadar zoom yapmak gibi bir şey bu. Bir kargaşa var ve yarıp girmek lazım. Yoksa hissedemiyoruz… O hikâyenin anlamına dokunamıyorum. Şimdilerde buna “tarihe değmek” demek diyorum... Şu an derdim tarihe değebilmekle alakalı. Çünkü herhangi şeylermişiz gibi hissediyorum. Anlamlarımız yok bizim. Yalnızca tarihe değme imkânımız var.
On bir yaşındaydım, babam Mavi Marmara’ya gitmişti… O zaman evde bir şey tartışılıyordu. Babamdan haber alamıyorduk… Ölenler arasında olabilirdi ya da olmayabilirdi. O gün işte gündüz, Taksim meydanında eylem yapılacaktı… Abimler oraya gidecekti. Ama annem evde çok kötü… Teyzemler falan bizde. Ben de küçüğüm ve gitmek istiyorum deli gibi… Teyzem falan diyor ki “Oğlum bak annen kötü sen gitme…” Benim için de endişeleniyorlar, küçüğüm falan. Ben o zaman annemden izin almaya çalışmıştım “Ben de babamla gidebilir miyim” diye. Babam demişti ki “Annene sor.” Annem izin vermemişti. İşte içimde şey vardı, “Ben bu ülke için bir şey yapmalıyım.” Ama bu ülke için annemin de yanında olmam lazım. Böyle bir ikilem olmuştu... Sonraları babam geldiğinde Beyazıt’ta falan çok eylem oldu. Ben liseye geçtiğimde Beyazıt’ta dehşet bir restorasyona gittiler, oradaki merdivenleri falan yıktılar… 2014 olması lazım… Ben meydanın o halini gördüğümde arkadaşlarımla nargile içmeye gidiyorduk, bir anda donup kalmıştım. Öfkelenip sayıp sövmeye başlamıştım. Ulan ben hep burada gördüm hikâyeyi! Babam beni burda omuzlarına aldı, burda eyleme geldik! Şimdi yıkıp geçmişler... Benim için öyle bir şeydi. Oralar anlamın doruklarını taşıyabildiğini düşündüğüm yerlerdi… Ordaki hafıza benim için o doruklara gidebilme imkanıydı… Bir binek gibiydi benim için o meydanın taşları…
Yalanlardan bir yalanın peşine takılabiliriz, buna var hakkımız… Ama onun yalan olduğunu unutmamak lazım. Bir çeşit kararsızlık övücülüğü var burda… Ama bir soru da var… Yani dünya kötü, sistem kötü, buna karşı olabilirim ama bu beni ne derece aktif hale getirecek… Bir gün bir arkadaş, hiç de görüşemediğim bir yoldaş. “Gel bir ara senle konuşalım” falan dedi. O gün konuştuğumuz konu tamamen şunun üstüneydi: “Karar vermen gerektiğini sen de biliyorsun. Bir karar ver ve çünkü ancak bu kararın seni tarihe değdirebilir” gibi bir şey demişti… İlk defa o gün karar vermeye ikna olmuştum. O bende bir kıvılcım attı ve dedi ki “Bir şeyler yapmak istiyorsan bu kararla başlayacak, hareketle başlayacak…” Dolayısıyla o konuşma beni sonrasında hakikaten Boğaziçi Direnişi gibi çeşitli güncel eylemlerin örgütleyicisi olmama, sonrasında da farklı eylemlerle temas etmemi sağlayan şey oldu… Ve bir şekilde hayatın anlamı ile daha çok, hikâyenin kendisi mi deriz, tarihle yüzleşmek mi deriz buna bilmiyorum ama temas etmekte daha cüretkâr olmamı sağlayan bir konuşma oldu... Şimdi biraz daha ordayım.
“Hiç olmazsa ölümümün
hayatımı anlamlı kılması…”
O süreçten sonra mesela şu günlerde tekrar dönüp baktığımda hala şunu söylüyorum: “Hayatın anlamsızlığına hala çok iknayım, yani o tereddüte…kararsızlığa...” Ve fark ettiğim şey şöyle bir şey; hayatın anlamsızlığına karşı hayatın anlamı sonuyla kurulan bir şey. Ölümüm anlamlı olabilir. Şu anki bütün motivasyonumu da buraya bağlıyorum. Hayatın başlı başına bir anlamı yok. Taş hala durduğu yerde anlamlı. Yani hayatımı nereye koyacağım? Burada ölümümün hayatımı anlamlı kılacağını hissediyorum. Bu bana okkalı geliyor. Doğru geliyor… Hakikaten ölmek için yaşıyor gibiyim. Ölümümün anlamlı olacağına inandığım için, hiç olmazsa ölümümün hayatımı değerli, anlamlı kılmasının peşinde, kendi hikayemi üretmenin peşindeyim. Burada belki pek atıfta bulunamadım. Kendi hikayeme atıfta bulunmayı sevmememin bir sebebi de bu. Kendi hikayem diye bahsettiğim şey, bence doğru bir ifade değil. Çünkü örgütlülük meselesi… Beni var eden şeyin örgütlülük olması… Hayatımın her yerine nüfuz etmiş gibi hissediyorum. Söylediğim şeylerin hepsi bir diyalog, hepsi bir tartışma, bir kolektif aklın, dostluklarımızın ürünü...
Tarihe değme imkânı hala kafamda dönüp duruyor... Ve oraya hiçbir zaman tek başıma değemeyeceğimi görüyorum. Dolayısıyla her zaman örgütlü bir hareket içerisinde olmanın verdiği o özneleşme mi diyeyim, onu arıyorum… Çünkü tarihe değme imkânı örgütlenmenin içinde oluyor. Bunu zaman zaman taraftarlarda görüyorum. Ya da gerçekten cemaatimle namaz kılma imkanımda… Yani o birlikteliğin özneyi kurduğunu düşünüyorum. Tek başına değilim. Yine de o örgütlülükle beraber tarihe değme imkânı beni düşündürüyor ve onun peşinden gittiğimi düşünüyorum… Çok erken tabi şu an, belki de yıllar sonra bundan pişman olacağım. Ve o zaman bunun bir sürü anlamı olacak... Kendimi diğer yaşıtlarımdan ya da çevremden çok ayırmak istemiyorum. Öyle bir anlamım olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla oraya dair bir yargı da üretmek istiyorum.
Eskiden derdim ki: “İnsanlar çok salak” falan… Sonra bu küstahlıktan arınmanın peşine düştüm. Sadece şuna öfkelenebiliyorum, yani hiç mi inanmıyorsunuz? Özellikle büyüklerime bunu soruyorum. Yani siz… Çünkü kaybeden çok var. Kaybedilmiş; psikolojisi ile, maddiyatı ile. O geçmişteki devrimci tutumlardan, hareketlilikten özlemle ve nostaljiyle bahseden, o günleri yâd eden biri gördüğümde “Ya siz şu an napıyorsunuz, siz hayatlarınızın mı peşindesiniz, bu mu hayat” dediğim oluyor… Küflenmiş bir şey gibi onların anısı! Öyle anlatıyorlar. Ve bu bana çok üzücü geliyor. Yani, hayatlarını kurmanın peşindeler. Ve dünyanın en büyük gerçeği aslında bu. Ve hepsinin de dillerine doladığı şu meşhur; “Bugünlerde koşturuyorsun ama hayat başka bir şey” dedikleri şey… Bununla yüzleşmek beni çok üzüyor. Ben nasıl buna inanıyorum o zaman, nasıl bir inancın peşinden gidiyorum? Gerçekten gerçek olmayan bir şeyin peşinde miyim? O bir gençlik ateşi mi? Hayatın suratıma vurmaması ile mi alakalı? Geçim derdi ile o anlamda bir gerçeklikle çarpışmadığım için mi böyle… Düşünüyorum bakıyorum, öfkeyi kuşanan yaşıtlarıma baktığımda onlardaki öfkenin şu olduğunu görüyorum... Aslında o abilerin bahsettiklerinin tam tersi. Öfkeliler, öfkeliyiz… Öfkemiz de öyle gençliğimizin heyecanı falan değil. Aksine geleceksizliğin peşinde, ona karşı bir öfkeyi ve cüreti kuşanıyoruz! Zaten elimizde çok bir gelecek yok. Öyleyse onu var etmek için bir tuğla olmalıyız… O anlamda isimsiz herhangi biri olabiliriz. Ben bunun peşindeyim… Bu benim ölümümde biraz daha gülümseyerek ölmemi sağlayacak şey olabilir. Sabzian olmak ya da her neyse… Tuğla olmak. Bir şeylere gerçekten tutkuyla bağlanabilmek... İnanıyor olmak. Bence mesele bu!