Özgür, 44 Yaşında, Jeoloji Mühendisi
-Biz bir şey öğrenmiştik, bedevi çölde yaşayan insandır. Ama gerçek bedevi herhalde içinde çölle yaşayan insan olsa gerek... Yeşertemediklerimiz…İçimizdekini… Hüzün ve emek değil miydi insanı insan yapan? Biz bunlara ne zaman yabancılaştık? Fellini’nin duvarcısını hatırlıyorum: “Benim dedem duvar ustasıydı, babam da duvar örerdi. Ben de duvar örüyorum. Hani benim duvarım...?” Ömrü duvar örmekle geçen insanlara bak… Küçücük bir duvarımız bile yok! Hiçbir şeyim kalmadı hayatımda… Baktığın zaman anneme göre, rahmetli babama göre dünyanın en başarısız insanıyım. Ne evim var ne arabam… Cebimde akbille dolaşıyorum. Çünkü bak mesela ben sana kahve hazırlıyorum. Bunun bir karşılığı var. Çok güzel olmuş abi diyorsun, gülümsüyorsun... Benim için madde çoktan bitti... Ama tutkun da biter demişlerdi, on ikisinde biter dediler bitmedi, on sekizimde bitmedi... Ben kendimde değiştirebileceğim her şeyi kaybettim, birçok kalemi kaybettim, işimi kaybettim, eşimi kaybettim. Kalelerimi kaybettim… Geride kalan son kale çocuklarım oldu. Kızım tekvando şampiyonasına katılacak. Her gece dünya şampiyonluğunun rüyasıyla uyuyor. Bir bakmışsın yirmi, bakmışsın yirmi beş. Şampiyon olmuşsun... Ne olacak o zaman… Amacına ulaşmışsın. Henüz çocuk yaşında! Ama sonra ne yapacaksın… Amacın kalmamış… Hedefine ulaşmışsın… Öldürecek misin kendini… Hayır… Kızım diyorum ona, bir sözün olmalı… İnsanın bir sözü olmalı! Bir sözümüz olmalı oraya ulaştığımızda onu tüketmeyecek.
Örgütsel yaşamımdan itibaren maddeye karşı bir tavır almıştım. Ömrüm boyunca buna savaş açtım ben. İşkencede, hayatta, anti faşist mücadele komitelerinde… Hiç parayla mülkle işim olmadı. Hep insanlarla birlikte, onların yanında olmak istedim ama kimsenin de böyle bir derdi yokmuş, öyle bir problemi yokmuş. Para başka, bambaşka bir şeymiş. Ben maddeden kaçtıkça kimsenin kaçmadığını gördüm... Benim için madde bitmişti yani ben manevi karşılığını almak istediğim bir dünyaya girmek istedim. Ama kimsenin öyle bir hayali yokmuş. Kelimelerin kimseye geçmediğini fark ettim çünkü kelimeler o kadar anlamını karşılamıyor ki çektiğim acıyı karşıya aktarabileyim ve o da bunu hissetsin. O anlam kelimelerime sığmadı ya da kelimeler anlama sığmadı yani...
Konuşmak, aslında düşünemeyenlerin yaptıkları bir şeydir. Düşünemediklerinden sakınanların ortaya çıkmalarından korktuğu bir şeydir aslında konuşmak. Ne zaman hemhal olmamızın, konuşmamızın, anlamanın ve anlaşmanın aracı oldu? İletişimin o kadar farklı yöntemi var ki. Yüreklerimizin çölleştiği bir yerde yaşıyoruz. Ben varoluşumuz noktasında çoğu şeyi kaybettiğimi düşünüyorum. Ama korkunç bir isteğim ve arzum var. Hiçbir şekilde tükenmeyen bitmeyen bir mücadelem var…
Bir düşünür “varoluşumuzu susamadan içmek” diyor. Ve “bir yük var sırtımızda neden taşıdığımıza dair en ufak bir bilgim yok” diyor. Bir başkası buna “hiçlik” diyor… Bir başkası, “hiçlikte asılı kalma hali” diyor. Nedir bu boşluk yani? Herkes boşluğu görüyor ama bunun çaresiz olduğunu görmek cesaret ister. Ben bu boşluğu gösteriyorum. Bütün hayatlarında insanlar o boşluklarını göstermek istiyor. Ama kimse de görmek istemiyor. Çünkü o kadar çok hızlı yaşıyoruz ki... Ölmeden önce okunacak 100 kitap, ölmeden gidilecek 100 yer, ölmeden yapacak 100 şey. Bu kadar insan bu kadar koştururken gerçekten gidecek bir yerleri mi var? Yoksa gidecek yerleri hatırlamamak için mi bu koşturma içerisindeler? Herkes bir maske takmış. Ya abi diyorum bir durun, bir yavaşlayın. Dinleyin, birbirimizi dinleyelim diyorum ama yok. Resimlerimiz artıyor, manzaralarımız artıyor, fotoğraflarımız artıyor. Dışarda arta arta evlerimiz yazlıklarımız, içerde eksile eksile yok oluyoruz. Yani ben onun için düşünmeyi çok değerli buluyorum.
Durmayı, bakmayı, bu kadar çok dokunurken bu kadar az hissettiğim, bu kadar çok duyarken bu kadar az işittiğim, bu kadar çok bakarken bu kadar az gördüğüm başka döneme girmedik… Coca Cola için denir ya: Bir şey kılığına girmiş hiçbir şey... Bir şey kılığına girmiş hiçbir şey içmek… Hayatlarımız da Coca Colalaştı... Yani “bir şey kılığına girmiş hiçbir şey” yaşıyoruz… Gerçekten öyle! Herkesin yalnız kalmaktan korktuğu, kalabalıklardan da nefret ettiği için de bu kadar kaçışların olduğu bir dönem bu. Herkes kendi aynasıyla meşgul. Ben bu aynaları kırmaya çalışıyorum. Eşimle bile kıramadım bazı şeyleri, ailesi ile kıramadım, kendi ailemle kıramadım. Tek kalem kaldı, kızlarım kaldı. Her gün kendime motivasyonum o; kendi mahallemdeki bütün kuşlar tanıyor beni, yapraklar, çiçekler, köpekler tanıyor beni. Hepsine geçerken selam veririm. Mahallemdeki bütün kediler, köpekler bana gelir. Kuş bile gelip benim bahçemde yuva yapıyor. Eşim bile bundan şikayetçi. “Bu kadar mahalle var burda kimseye gitmiyor bize geliyor” diye. “Bir hikmet yok mu bunda” diyorum. Biz belki gerçekten çok güzel insanlarız, kuş bile yumurtasını bize bırakıyor. Mahalleye girdiğimde bütün çocuklar bana koşuyor, onlara kitap veriyorum, bütün umudum onlar… Alışveriş yaptığımda kasiyer kızın hatrını soruyorum. Mutlu musun değil misin? Boğazım ağrıyor dedi bir gün. Koştum eczaneden ona pastil aldım. Hiç kimse böyle bir muamele yapmamış bu insana ya… Kendisine “ben” diyip ağacı kuşu kediyi ayrı gören insanların olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Ben hiçbir şeyim biliyor musun? Ben hiçbir şey olduğumu anladığım an hiçbir şey bilmediğimi anladığım an, ağacın benden daha faydalı olduğunu anladığım an dedim ki biz napıyoruz abi. Kur’an, Kur’an, Kur’an konuşuyoruz sabahtan akşama kadar… Mutlaka şöyle bir yolculuk yapmışsınızdır: On bin kilometre bir mesafe Kanada Türkiye arası. Orda en azından yedi saati okyanusta geçiriyoruz. Elimde meal vardı. Şöyle okyanusu görmeye çalışıyorsunuz eğer bulut yoksa. Simsiyah bir karanlık gibi. Dedim ki bu elimdeki bilgi bu okyanusta zerre bile değil. Bir bilgiyi metine nasıl sığdırabiliriz biz…. Nasıl bildiğimizi sanıp da bu metinle biz insanlara koşup da bu hakikat diyebiliriz yani. Hakikati insanların gözüne soktuğumda ve insanlar anlamadıklarında neden kızdıklarını şimdi anlıyorum… Anlamayacaklar… Çünkü Platon’un mağarası aklıma geliyor. Zincirlerinden çıkıyor, mekanizmayı görüyor, ateşi kuklayı gölgeleri görüyor. Ama adam ömründe hiç yürümemiş ki, hiç kolunu hareket ettirmemiş ki, acı çekiyor o an. Acı çeken bir insana sen nasıl “bu hakikat” diyebilirsin… Biz tolere edemedik herhalde birbirimizi. Mesafe koyamadık. Yani evet. Teknoloji bizi, mesafeleri sıklaştırdı sadece. Yaklaşmış ama yakınlaşamamış bir topluluk haline geldik sanırım. Yalnız kalabalıklar haline geldik. İnan bana en kalabalıklar içinde bile yalnızım. “Her nerde değilsem” diyordu… “Orada mutlu olacakmışım gibi geliyor bana.” Ama inancım şu: Son nefesime kadar, gücüm bitene kadar, Rabbim bana o gücü verene kadar bir yerde birilerine dokunmalıyım. Yani bilgiyi aktarma falan değil. “Bir yerde bir şekilde bir şeyler verebiliriz” diyorum. Gittiğim yetim evleri var. Onlar olmasa yaşayamam, herhalde nefes alamam. Futbol takımımız var yetimlerden kurduğumuz, onlarla beraber bir şeyler yapıyoruz. İngilizce öğrettiğim yetim çocuklar var. Onların bir sözü bile yetiyor. “Özgür abi iyi ki varsın” diyor mesela. “Varsın” demese de sıkıntı yok. Ama dokunabilmek, çocuklarım, kızlarım, yeni bir nesle dokunabilmek…
Şey çok güzel, tam aklıma o geliyor baktığımda bu topluma. Metrobüste falan... Biz, uçuruma bakanların kanatları olması gerektiğini Nietzsche’den öğrenmiştik. Uçuruma bakarsan uçurum da sana bakmaya başlar. “Beklemek dediğimiz şey kanatlarımızdır” diyor. Sen bir uçurumun içinde oturmasan da içinde bir uçurumla oturursun. Ya da bir karanlığın içinde oturmasan da içinde bir karanlıkla oturursun. Ben nasıl anlatıcam bunu... Eşim bana kıbleyi bir santim kaydırdığım için dinden çıktığımı söylüyor. Ben kime ne anlatıcam abi! Çocuklarıma nasıl, neden anlatıcam. Bu tutarlı gibi gözüken ama kendi içinde çok saygı duyduğum bir şeyden nasıl çıkıcam. Ötekileri, nefret fıkhı ile yaşayan insanlar… Sabah altı buçukta otobüs şoförüne selam veriyorum. “Gününüz hayırlı olsun abi, kazasız belasız inşallah” diyorum. Adam suratıma bakıp cevap bile vermiyor. Nasıl yapıcaz? Bir şeyleri nasıl düzelteceğim? Biz yargıya varıyoruz, yargı yoksa ahlak yok, ahlak yoksa yasa yok… Hiçbir şey yok… Ne konuşucaz? Ahlaktan nasıl konuşabiliriz? Kendisini pratikte açan bir şeyi teoride nasıl konuşabilirim ben?
“Onların gömdükleri kitapları…”
Kendimle yolculuklara çıktım... Çok büyük işkenceler gördüm… Hücremde elektrik, su, tuzlu su... Anti-faşist komitelerdeki mücadelelerde eğitimler aldım. Ama hep bir derdim vardı. Ben dedim ki açlık bize, yoksulluk bize, -adına kader demişler- katlanmak bize. “Ben bu dünyada hesabını sormak istiyorum” dedim. Bu bilinç bende çocuk yaşta başladı. Altı yaşındayken annem ve babam gözaltına alındı. Evimiz 1980 yılında basıldığı zaman annemi babamı böyle iç çamaşırları ile sürüklediler. Babam Türk Halk Kurtuluş ordusundan, annem Devrimci Yol çevresindendi. Benim babam Deniz Gezmiş’lerin çok iyi bir kuşağıydı, Deniz Gezmiş’in annesi Mualla Hanım babamın öğretmeniydi. Sivas’ta eğitim görmüş, Ankara’da siyasal bilimleri kazanmış, döneminin üniversite okuyan adamlarındandı babam… Üniversite mücadelesine gidiyordu. Ben altı yaşındayken evimizde Meydan Larousse vardı. Gazetelerin verdiği 80’li 90’lı yıllarınki değil; orijinal Meydan Larousse, parayla alınmış. Bir şey sorduğum zaman babam “Bana sorma git kaynağına bak araştır, resimlerine bak ara bul” derdi. Altı yaşımdayken “ne, neden, niçin” dergileri vardı. Böyleydi yani…
Tek çocuk değildim, ablam da vardı ama ablam hiç ilgilenmezdi, o çok ağlayan sızlayan bir çocuktu. İlgilenmezdi. Herhalde umutları bendim. Ben çok heyecanlı bir çocuktum küçük yaştan beri. Yedi yaşındayken beni intihar ederken yakalamışlar. Birisi bana cennet cehennemi anlatıyor. Demirlerin arkasına atlayıp ben gelicem diyorum, bir göreyim geleyim diyorum. Parmaklıkların arkasında yakalıyorlar beni. Yani eylem adamıyım, bir şeyi duyduğum zaman hemen yapmaya başlayan bir insanım. Hayatımda daima bundan başıma bela geldi zaten. Annem babam gözaltına alındı... Onların gömdükleri kitapları 11 yaşında okumaya başladım… Lermontov, Zamanımızın Bir Kahramanı, Tolstoylar, Dostoyevskiler, Lenin’in kitapları, Bir Adım İleri İki Adım Geriler... “Okumazsam ölürüm” dediğim bir şeyde yetiştim. Annem Devrimci Yol, babam Türk Halk Kurtuluş Ordusu’ndandı. Bizim ailede hep yamuk yumuk insanlar vardı zaten! Hep işkence görmüşler, kaburgası çıkmış, beli kırılmış… Öyle gelip otururlar falan… Ben ortaokuldayken anti-faşist mücadele komitelerine girdim. Orada eğitim aldım. Parça tesirli bomba yapmasını öğrendim. Çok ciddi bir şekilde. Annem-babam da sosyalist olduğumu biliyorlar, ama ne kadar derine gittiğimi bilmiyorlardı. Konuşamazdık, anlatamazdık… Ama babam zeki bir adamdı anlıyordu ve şunu söylüyordu: “Oğlum yapma, biz gördük. Biz faşizmin tokadını yedik. Sen de yeme.” … “Baba” diyordum “Bu senin kendi hataların. Ben kendi doğrularımı ve yanlışlarımı yaşamam lazım.” Ben bu pişmanlığı yaşayamam, “Babam dedi” diye yapmadım diyemem. “Görmem gerekiyordu” diyordum. Bunlar olduğunda işte ortaokul zamanıydı, 13-14 yaşlarında oluyorduk. Ya biz olgunduk! Şimdiki çocuklar haz ve hızdalar. Biliyorsun Tiktok bile belli saniyeler içinde olup bitiyor... Şimdi ben kızlarıma uzun filmler izletiyorum ki odaklanma problemleri var. Çok kısa 30 saniyelik videolar izliyorlar ve uzun bir şey izleyemiyor çocuklar. Düşünmek istemiyor çocuk, oturmak istemiyor. Yoğunlaşmak istemiyor. Nasıl bir çocuğa sen bir kitap okutacaksın. Felsefe yaptıracaksın... Velhasıl bizim dönemimizde böyle bir şey vardı yani, zaman çok verimliydi. Bugün zaman çok hızlı geçiyor, çok hızlı geçiyor, çünkü zaman algısı yok şimdi… O zaman vardı, değerliydi.
Ben bir yandan kendim kitaplar okuyordum. Bir yandan örgüt okutturuyordu. Altyapım çok güçlüydü. Lise dönemimde çok iyi yetiştim. Anti faşist mücadele komiteleri, Anti-Faşist Mücadele Komiteleri’nden Genç Komünal’lere geçtim. Üniversite döneminde çok aktif olarak çalışmaya başladım. Üniversite bitti. Birinci senesine kadar orda büyük bir operasyon yedik. O kadar ki bak şöyle bir örnek vereyim nasıl zihnimin çalıştığına dair: Yoldaşlar vardı benden sorumlu, benim de altımda insanlar vardı. Ben hiçbir şeyimi anlatmam. Sözlüm de vardı. Sözlüm benim ne yaptığımı bilmez, ben onun ne yaptığını bilebilirim çünkü üst komitede konuşulur. Şifreli konuşulurdu ama konuşulurdu. Bir gün bir yerde oturduk, bir vatandaşın evine gittik. Üç raflık kitaplık düşünün böyle… Ben de gittim kitabı aldım, adam ne okuyor ona bakıyorum. Zihin dünyasına bakıyorum. Bunlar Troçkist mi, bunlar Stalinist mi, bunlar Marksist mi, Maocu mu, neci falan, böyle görmeye çalışıyorum. Benden sonra yoldaş görmüş. Aldığım kitabı. İkinci raf yedinci sıradan almışım, on yedinci sıraya koymuşum. Üç raflıklı kitaplık. Dedi ki “Yoldaş, sen işkencede çözülürsün.” “Neden yoldaşım” dedim. “Sen o kitabı yedinci sıradan aldın, on yedinci sıraya koydun” dedi. “Zihnin çok dağınık toparlanman lazım” dedi. Yani o kadar şeyiz ki. İnan ben hala öyleyim.
Benim kaçta kalkacağım bellidir. 05:30’da kalkış, 05:35’de abdest alma, 05:37’de işte kahveyi koyma. Ne giyeceğim bellidir. Bu üstümdekiler dünden belliydi mesela, hiç aramadım. Mesela disiplin işte, saat 13:00’de geldim ki buraya kaza maza olur asla sizi bekletmeyeyim diye. Çünkü beş dakikalık gecikmede bizde örgütten atılırsın. İkinci operasyon olabilir. Yani randevu yerlerimize gitmek çok değerlidir. Vakit, zaman çok önemlidir. Mesela ben bir misafirliğe gideceğimiz zaman eşime sorarım “kaçta gideceğiz” diye. “10:00’da çıkıcaz” dediyse o saatte herkes kapıda ayakkabılarını giyiyor olur, kapıdan çıkarız. 11:00’se 11:00’dir. 13:00’se 13:00. Yani 10:00 deyip kapının ağzında ben konuşma yapmam, çıkar gideriz. Hayatımda her şey böyledir. O yüzden çok değerlidir okumalarım yapmalarım, çünkü asla geri alamayacağım bir şeydir zaman benim için. Zamanımı çok kıymetli kullandığımı düşündüğüm için umudum çok artıyor zaten. Heyecanımın, enerjimin büyük bir kısmı burdan geliyor. Çünkü gece 02:00 ile 04:00 arası kalkıyorum, okuyorum. Ben üç dört saat uyuyorum günlük. Çünkü çocuklarımın vaktinden çalamıyorum, eşimin vaktinden çalamıyorum. Çok zor bir şey: Birisinin eşisiniz, birisinin babasısınız, birisinin evladısınız, birisinin arkadaşısınız. Sosyal rolleriniz var... Ve kendinize ait vaktinizi onlar uykusundayken almaya çalışıyorsunuz.
Annem babam böyleydi, böyle bir ailede yetiştim. Çok disiplinli bir zihinle yetiştim. Ardından büyük bir operasyon oldu. Ama ben bu arada örgütten ayrılma kararı aldım. Örgütteki bir yoldaşımın gereksiz bir hareketinden dolayı ona bir tokat attım. Tokat attığım kişi de sözlümdü, nedenim de şuydu: Sözlüm alt komitede ve Ege Bölgesi’nden sorumlu bir bayan var, o bayanla randevusu var. Bunların buluşmaması ve birlikte dolaşmaması gerekiyor. Bunlar bir şekilde dolaşıyorlar. Bizde şöyledir: Mesela saat 15:00’de burda buluşuyoruz ya, ben Kağıthane’den buraya direk gelmem. Kağıthane’den Dudullu’ya giderim. Sabahın sekizinde çıkarım. “Takip var mı” diye bakarım. En arka mahallelere kadar giderim. Kaba takibi atlatıp “ince takip var mı” diye bakarım. Öyle gelirim… Yani 4-5 saatlik yolculuktur buraya gelmek. Beş dakika bekleriz. Operasyon olmuş olabilir, birini gözaltına almış olabilirler onun için çıkıp alternatif yollardan 4 saat sonraki randevuya giderim... Ben bunu yaşadım. Onlar meğerse alışveriş yapıyorlarmış. Böyle bir şey yapamazlar yani. Bunlar 1995 yılında oluyor. Üniversitemin son senesi. Ben 92 girişliyim, 96’da mezun olucam, bir senem kalmış. Üniversitemin son senesi. Akşam buluşma yerine gittik. O bölge sorumlusu benle konuşacak. Benim sözlümle buluşmaması gerekiyor. Birbirini tanırlar ama gezemezler öyle. Ben de oturdum hesap soruyorum ona sen dolaşamazsın, o kızla dolaşamazsın diye. O anda o benim sözlüm değil, alt komiteden birisi yani. Siz bu duyguları karıştıramazsınız diye. Bağırma çağırma oldu. Benim sözlüm dedi ki sen kimsin karışıyorsun, ben de tokat attım… Ki bu bana yakışmaz. Devrimde kocasını aldatan kadınlar, karısını aldatan adamlar örgütten atılır. Merkez komite üyesi olsa bile. Ağır şartları vardır. Bir devrimciye şiddet uygulayamazsın. Devrimci ahlak vardır! Bu tokatı attıktan sonra da örgüte rapor yazdım; “Ben cezalandırılmamı istiyorum, ben yoldaşa şiddet uyguladım. Ondan dolayı görevlerimin, yetkilerimin elimden alınmasını istiyorum” dedim. O zamana kadar beni örgütte tutan şey nicelik değil, nitelikti. Örgütün sayılara değil kaliteye önem vermesiydi... Örgüt benim elimden yetkileri almadı, geçici süre uzaklaştırma verdiler. Ben de örgüte kızdım bıraktım. “Olmaz bu” dedim. Yani beni cezalandırmadıkları için örgütü bıraktım. Beni cezalandırmaları gerekiyordu, bu ciddi bir suçtu. Benim yetkilerimin alınması, beni en alt komitelere vermeleri gerekiyordu...
Biz bir köyde bir mayıs öncesi bir buluşma gerçekleştirdik. Ben bir bayanla gittim, sözlümle değil üst komite sorumlusu başka bir bayan. Ve feodal ilişkilerden dolayı yüzük taktık. Aynı yatakta yatırdılar bizi... Yani ben şimdi düşünüyorum “nasıl yatmışım” diye. Çünkü o dönemde biz cins paydası altında bölmeyiz kadın-erkeği, benim yoldaşımdır o, ben onun için ölürüm. Kadın değildir o, ben de erkek değildim onun için. Yan yana yatmışız konuşmuşuz. Sonra diyorum ki, “Ulan şu an kafa farklı çalışıyor. Şu an yatsam bin tane şey düşünürüm.” Yani erkekliğimi unutmuşum falan orda. (Bir süre sessizlik oluyor… Düşünceli ve kararsız...) İlginç bir şey oldu tabi benim hayatımda. Sözlüm hamile kaldı. Örgüt çocuğu aldırdı... Bu olaydan bir ay önce işte. Eğer bu çocuk doğarsa Özgür mücadeleyi bırakır diye çocuğu aldırdı…Ve ben bunun üzerine o hanımla beraber gidip benden izinsiz çocuğu aldırdıklarını öğreniyorum. Benim de tavrım çok netti. Çok kızgındım. Ortaokul, lise düşünün; orda başlayan bir süreç. Hayatımı verdim. Ölmek için silahlı eğitim aldım. Ve kendimi öldürmek için anti-faşist mücadele eğitimi aldım. Herkesin yeteneğine göre, herkesin gereksinimine göre bir yapıydı bu. Benim yeteneğim sıcak mücadeleyi kurcalayan hayatın içindedir. Benim yapım biraz şöyledir. Sen bana dersin ki “Özgür abi şunun yapılması” lazım. Ben hiç diyaloga girmem senle, gider yaparım. Ne kadar yaparsam yaparım yani o kadar. Özgür abi şuraya şu kıza 500 lira bulunması lazım. Ben böbrek satarım bulurum. Öyle bir adamım ben. Konuşmam, diyaloga girmem, tartışmam. Havalarda uçuşmaz ayetler ya da fikirler, Marx bunu dedi, bu bunu dedi diye...
“Simitçi tablayla çıkmıştır yola, alnının terini sofraya sunar…”
Üniversitede simitçi çocuklar gevrek satıyorlar. Üniversitelerde kantinlerde hamburger satıyor. Bu çocuklar geldiler. Ben onlardan gevrek alırım sohbet ederiz çocuklarla. Günde 800.000 tane gevrek satılır o bölgede. Bir geldim, çocuklar yok. Ağlayarak konuşuyorlar, “Abi özel güvenlik bizim gevreklerimize el koydu” dediler. Üniversite yönetimi, rektörlük ve kantinler anlaşma yapmışlar, içerden kimse bir şey satmayacak, öğrenciler hamburger yiyecek. Gevrek yerse hamburger yiyemez. Bir kızdım. Kantine gittim. Herkes yiyor içiyor. Masanın üstüne çıktım, sesi kapattırdık. “Arkadaşlar! dedim, böyle böyle oldu. Bu çocuklar burda gözaltına alındı, gevreklerine el kondu. Burada üniversitenin çalışanları değil, biz öğrenciler buranın gerçek sahipleriyiz. Ne yiyip ne yemeyeceğimize onlar karar veremezler! Beş dakika olsun bu kafeteryayı boşaltın ve buranın sahiplerinin kim olduğunu gösterin” dedim. Ve 1000 tane de gevrek siparişi verdim. Gevrekler geldi, davullar geldi. Davul eşliğinde gevrek satıyoruz. Ondan sonra bide beste yaptık:
“Simitçi tablayla çıkmıştır yola,
Alnının terini sofraya sunar,
Hamburger yenilen bu kafelerde,
Peynir ile gevrek yenilir bir gün,
Öğrenci sömüren bu patronlardan,
Günü gelir hesap sorulur bir gün.”
Kızılırmak’ın sözünün üstüne beste yaptık. İşte orda nöbet tutuyorum, gevrek satıyorum, eyleme giriyorum. Arkadaşlar kantinde Marx böyle demedi, işte şu şöyle dedi diye tartışıyorlar. Ben derslere giriyorum, üniversiteyi bölüm birincisi olarak bitiriyorum. “Ben senin gibi devrimci görmedim” diyordu arkadaşlar. Jeoloji Mühendisliği okudum. Üniversitenin 1984’den beri en yüksek rekorunu kırdım 1996’da mezun olduğumda. Ama sisteme karşı çıktığım için cübbe mübbe falan giymedim, ödüllerini kabul etmedim. YÖK’e denetime her şeye karşı çıkıyordum.
Kızılay’da sanırım, 1995 yılındaydı müthiş bir Dil-Edebiyat Fakültesi baskını vardır, panzerler falan. O eylemde gözaltına alındım. Suç dosyam baya kabarıktı. Üniversiteden uzaklaştırma aldım. Hocalar çok başarılı olduğum için affettiler. Mezuniyetim bitti, ardından işe girdim. Tam tasarımlı üretim mühendisi olarak işe başladım. Tam bu sırada örgütten devam ediyorum. Anti-faşist mücadele komitelerini bırakmışım, Genç Komünal’lerin lideriyim. Mesela bana diyorlar ki “Bandırma’da bir kız var üniversitede, onunla birinin konuşması gerekiyor. Merkez yayın organlarının gitmesi gerekiyor”. “Nasıl tanıcam?” “Hıbır dergisi al, Ülker Çikolatalı Lüks Gofret al, kantinde otur. O seni bulur.” Hiç tanımadığım kız geliyor, alıyor beni götürüyor evine. Üç gün orda kalıyoruz. Örgütün politikalarını anlatıyorum. Onun nelere sıkıştığını, problemler neler, nasıl çözeriz onu anlatıyorum... Böyle bir yaşantı. İşte bunlar olurken o tokat olayı oldu, ben istifamı istedim. Mesleğimi bıraktım. Ondan sonra örgütten ayrıldım. Örgütün bana ceza vermesini istedim. Örgüt ceza vermedi. Örgütün benim için bir anlamı olmadığını anladım.
“Karo, otuza otuz karolar…”
5-6 ay sonra da evimde Fatih Altaylı’nın Teke Tek programını izliyorum Yılmaz Erdoğan’la yaptığı. Kapı çaldı böyle... Tarih 96’nın Aralık’ı galiba. Kanada’dan burs kazanmışım bölüm birincisi olarak bitirdiğim için. Sezen Aksu’nun kocası Ali Aksu bana burs vermiş. Marine jeoloji üzerine, oşinografi üzerine, deniz altı jeolojisi üzerine. Ben Türkiye’de çok iyi bir dereceyle bitirdim jeolojiyi. Dediler ki deniz altı jeolojisini bitir. “Ben” dedim “bir de üzerine space jeoloji yaparım; uzay, deniz ve kara.” Böyle bir adam yok yani, hayalim böyle gidiyordu... Ondan sonra eve polisler geldi. Çok kalabalıklardı, inanılmazdı yani. Ayakkabılarıyla falan içeri girdiler… Ben anladım zaten kapı çalınmasından... Bütün o süreçlerde biz işkenceye karşı eğitim aldık çünkü, işte bir kadının doğumda çektiği acıyı örnek verirlerdi. Bizim çektiğimiz elektrikten kadın doğumda daha fazla acı çekiyordu. Kadın niye dayanıyor, dokuz ay boyunca kendisini hazırlıyor... Bizler hayvan değiliz, bizler acı çekemeyiz, bizim mücadelemiz var. Yakalandığın zaman mücadele bitti sanma. Onlar burjuvazinin kolluk gücü. Sen işçi sınıfının devrimci öncü gücüsün…
Hayatımın en önemli sahnelerinden bir tanesi… Ben mücadeleyi bırakmışım ama işkencede elektrik yiyorum el serçe parmağım, göğüs ucum, işte penisimden... Bir tane de boşta geziyor böyle... Polis elektriği veriyor, gülüyor ben bağırdıkça. Ben bağırıyorum o gülüyor. Ben bağırıyorum o gülüyor. Yoldaşın söylediği laf aklıma gelmişti. Dedi ki tankları tüfekleri de ellerinde olsa, ellerinde kerpetenle dişlerimizi de sökseler, insanın en büyük özgürlüğü en büyük tavrı, kendi tavrını seçebilme özgürlüğüdür. İnsan için en büyük tavır budur. Biz yaşadığımız anın mahkûmu değiliz. Bulunduğumuz ortamı değiştirebiliriz demişti. Ben bağırmayı kestim, adam da gülmeyi kesti. Bana bağırıyordu, “bağır ulan köpek, anası s****ken besmele çekmeyen…” Ne hakaretler, ne hakaretler... Ben küfürün dibini gördüm yani. Dibini gördüm. Nişanlımı getirdiler. Kız çırılçıplak. “O***u” diyorlar orda neler neler! Allah’ım diyorum. -Allah yok da işte-. İnşallah annem gelmez diyorum, ya annem gelirse, dayanamam diyorum. Annem gelmesin bari, onu soymasınlar diyorum. Ayaklarım tutmuyor zıplatıyorlar, ıslak battaniye, bezler. Hücreme gidiyorum, kapımda mehter marşı çalıyor… Hâlâ midem bulanır. Karo, otuza otuz karolar. En son izlediğim filmi canlandırmaya çalışıyorum yalnız kalmaması için zihnimin. Neden ben burdayım dememem için… En son okuduğum şiir, en son okuduğum kitap. Bir tuz, su ve şeker alıyorum çıkıyorum günde bir defa. Ya Ahmet Arif’indi sanırım kimin şiiriydi, “Her şeyin bir rengi vardır” diyor. “Sevginin, aşkın bir rengi vardır” diyor. Ama işkencenin bir rengi yoktu. (Ağlıyor) Çünkü onun rengi yok, gerçekten yok yani. Sevginin bile rengi var. Terkedilmenin de bir rengi vardı. İnsanlık onuru işkenceyi yenecek diyorlar ya. Müthiş bir slogan. Çok büyük bir slogan. Gerçekten insan onuruna aykırı bir şey...
Ben 24 yaşımda çıktım işkenceden. 10 gün kaldım, 7 gün elektrik yedim sistemli. Kapıyı açıyordum, tuvalete giriyordum. Babam kapının yanında bekliyordu çişimi yaparken. Annemle babamın yanında yattım. Yani… “Psikoloğa götürelim oğlum seni” dediler. İnan çok güçlü olduğum için inandım. Ama işeyemiyorum tek başıma! Düşün yani, bir adamı bu kadar mı devirebilirsiniz. Ama zihinsel olarak o kadar güçlüyüm ki! “Bir daha girebiliyor miyim” diyorum içimden. “Bir daha bunu yapabilir miyim” diyorum ki mücadeleyi bırakmışım ben, geçmişim oralardan. Ama bitecek dedim. Böyle elektriği yiyorum, “Bu bitecek ve ben ya ölücem ya da diyorum… Hücrede ya da cezaevinde koğuşta olucam” diyorum… Özgürlük diyorum… Başka bir şey yok yani… Özgür… Söylüyorum kendime, kim özgür ki ne kadar özgür olabilirsin... Bu adam mı özgür, annem mi özgür, babam mı özgür, dışardaki adamlar mı özgür, kimler özgür yani…
1960 yılında sanırım koka kola bir reklam yapıyor. St. Marks meydanında, İtalya’da güvercinlerle Coca-Cola yazıyorlar. Böyle siyah-beyaz bir fotoğraf görürsünüz. Yere güvercin yemleri koyuyorlar ve kafeslerle tepelerden güvercinleri bırakıyorlar. Bütün güvercinler yere koşuyor ve yere Coca-Cola yazıyorlar. Kendimi ona benzettim bir anda. Dedim ki bu güvercinler oraya Coca-Cola yazmaya gitmediler, bunlar en temel ihtiyaçlarını karşıladılar. Hayatta kalmaya çalışıyordu bu güvercin, ama çok büyük bir şeye hizmet etti. “Lan” dedim, “Ben insan olmaya çalıştım.” Sadece insan olmaya çalıştım. Simitçi çocuktur, köşede kızı için çöpten ekmeğini kurcalayan annedir… Migros’u soyuyordum ben onlar için. Cebimde mesela 20 lira para var. 20 liralık alışveriş yapıyordum; gerisini ceplerime, içlerime dolduruyordum. Ailelere götürüp dağıtıyordum. Yani ailelerim vardı. Fazla bir şeyim yoktu… Velhasıl işkenceme giren bir polisi gördüm. Aynen şöyle oturuyordu. (Bacak bacak üstüne atıyor, oturuşunu dikleştiriyor. Elleriyle üstünü gösteriyor) Siyah kot, siyah gömlek. Bir baktım yoldaşım. Ali...! Eve geldiğinde çorabı delikti, annem verirdi. Yemek yerdik, devrim için ağlardık. Dört yıl bizim evde yaşadı. Dört yıl! Kime güveneyim ben, kime güvenicem? Ne eşim ne kimse, hiçbir şeyim yok. Gitsem eve, hayattaki en namuslu tanıdığım eşimdir benim. Gitsem erkekle görsem yıkılmam. Biraz ağlarım, kızlarım için çok üzülürüm. Devam ederim hayatıma.
Çocuklarımın mezarını yaptım zihnimde. Gömdüm onları böyle. Gömdüm. Dedim ki “daha beni hiçbir şey yıkmasın.” Alacakları bir tek canım olsun ama vereceğim çok şeyim olsun. Farsların Arap baharı için kullandıkları “vernem nihadem” denen bir tanımlaması var. Bir adamı öldürdükleri zaman gömdükleri zaman çiçek ekerlermiş, gömdükleri yer belli olmasın diye. Bakarsın insanların yüzlerinde çiçek görürsün, içinde nice gömülmüş mezarlıklar vardır. (Hıçkırıklarla konuşuyor) Hamdolsun hepsini gömdüm. Daha ne incitebilir ki beni?
Şimdi dedim ki ne yapabiliriz? Bu kadar dokunamıyoruz, değiştiremiyoruz, naparız. İşte çiçeği sev oğlum, köpeği sev oğlum, çocuklarını sev oğlum, seninle kaliteli vakit geçirmek isteyenleri sev oğlum. Her şeyini ver. Cebimdeki her şeyi verdim. İki defa dolandırıldım. 40 bin Euro orda. Evim alındı, arabam alındı altımdan, hala veriyorum. Eşim diyor ki “Dünyanın en salak insanısın.” Annem diyor “Dünyanın en salak insanısın.” Ben bundan onur duyuyorum. Onur duyuyorum, çünkü hiç salak değilim, veriyorum. O bir defa beni kaybeder, sıkıntı yok. Hiçbir pazarlık yapmıyorum. Cebimde şu an kaç lira var onu bile bilmiyorum. Günlük yaşıyorum. Çünkü günümü anımı değerlendirmeye çalışıyorum. Evet ahirete inandım ama bir şeyi değiştiremiyorum. Faulkner diyordu herhâlde, “Geçmiş soylu bir yakacaktır.” Önümü aydınlatmak için yaktım onu. O buz ilişkileri kırabilmek için yaktım… Marketteki kıza sorun beni. Mahalledeki köpeğe sorun beni, mahalledeki ağaca kuşa sorun beni, çocuklarıma sorun beni. Bu kadarım. Bozulmadım! Engels’in dediği gibi, “çürük bir portakal” gibi… Ya faşist kötülük bizi yok edecek, ya biz onu yok edeceğiz. Ne kadar çürük portakal atıyorlarsa ben de onlara atıyorum.
“Çirkin yara izi yoktur”
İnsan başkasının gözünde var olmaya çalışan zavallı bir varlık. İlk sevgili kimdi senin için, ilk baktığında, ilk gözlerinde onaylandığın? Anneydi. O gözlerde onaylandık biz. Karşımızdaki insanın arzusunun nesnesi olmaya çalıştık. Annemle kaldım ben, annemle gelen sadece meme değildi süt değildi. Beni var edendi… Çünkü ben onsuz var olamıyordum, o bensiz nasıl var olacaktı? Anne, baba ve kültür. Ben babaya kültür diyorum. Çünkü annenin arzusudur baba. Elinde torbayla gelen adamdır yani. Ya da annenin arzusu diziyse, dizidir yani. Çünkü annenin üzerinden biz benliğimizi, sevgi ve aşk nesnemizi orada belirledik. Annesine âşık olan, evlendiğinde gerdek gecesinde kaçan, annesi gibi kadınları seçen, aşk nesnesi ile sevgi nesnesini ayırt edemeyen adamları biz biliyoruz! Belirli olmayan ilişkilerde de bunu ararız biz. Bizim ne olacağımız buradadır. Aslında ben çocuğumun elinden tutarken çocukluğumun elinden tutuyorum. Çocuğum da kendi babalığının elinden tutuyor aslında. Bizim ne olduğumuzu o anlatıyor biraz da. Bizim ne olacağımız babalarımızla, çocuklarımızla ilgili olan bir şey.
İşte bugün mutluluğu bizi tanımlayan evlerde kim belirliyor, mutluluğun içini kim dolduruyor, biz olabilir miyiz? Kim mutlu ki mutluluğun tanımını yapacak yani? Kim özgür ki özgürlüğün tanımını yapacak? İşte Marx’ın çok güzel bir sözü var, Yahudiler öyle diyor ötekiler böyle diyor, ya diyor “Hristiyanların kendisi özgür mü ki Yahudilerin özgürlüğünden bahsetsin!” Siz özgür müsünüz ki özgürlükten bahsedin. Ben özgürlüğü bilmiyorum ki, özgürlük ne demek yani… Demin o verdiğim o kuş örneği gibi. Bana sınırlı seçenekler içerisinde sunulmuş, sadece temel ihtiyaçlarımı gidermek için gittiğim bir yerde büyük bir projeye hizmet ediyorum o yemlerdeki hikâye gibi. Bilmiyorum arkadaki hikâyeyi. Özgür değilim, olmayacağımı da biliyorum. Seçmediğim bir annede, seçmediğim bir babada, seçmediğim yerde, zamanda, tarihte dünyaya geldim. Ben bir kurguyum, annemin gözünde var olmaya çalışırken.
Bak şu çok önemli: 8 yaşındayım, annem evde Devrimci Yol için gün yapar para toplar… Kadın Devrimci Yol çevresi için gün yapıyor bir gün evde, böyle yapıyor, “Bakın” diyor, “Herkesin çocuğu dışarıda top oynuyor, benim çocuğum içeride ders çalışıyor, o çok zeki” diyor. Ben annemle özdeşleşebilmek için kendime yabancılaştım. Annemin dediği adam olabilmek için iki kez Kanada’da mühendislik okudum, İzmir’de de mühendislik okudum ama meğerse ben hem annemin babamın istediği adam olmak istemedim ama imzamı sonra attım, yapamadım iki mühendisliği de. Aradığım o değildi. İnsanlarla konuşmaktı... İnsanlarla beraber olmak, hayatlarına dokunmaktı... Mühendis olarak bunu yapamayacağımı gördüm ben. Ben ilk sevdiğim kıza sarıldığımda, ben kendime sarılmışım. Ben toplum için, bir yerlere kendimi ait hissedebilmek için vedalaştığım Özgür’e sarılmışım. O kızın elini tuttuğumda, sarıldığımda, “Ulan benim bu” dedim, “Benim bu dedim” yani. Çünkü sen böyle olursan kabul etmeyecek, yaşamla aramda açık bir kapı bıraktım her zaman. Ve aşk, sevgi dediğimiz şey, sevgi bilmeyi paylaşmak değildi, bilmemenin huzursuzluğunu birlikte paylaşmaktı benim için. Kim bilmiyorsa o huzursuzluğu, beraber paylaşmaya hazırım ben. Bununla gelen insanlarla yürüyeceğim ben. Ben o zaman mutlu olacağım. Çünkü sahte mutluluklarıyla çevreledikleri bir dünyada kimse mutlu olamayacak. Bunu bilsinler. Özgürlük… Mutluluk… Çok büyük laflar. Ben bunu olamayacağımızı anladığım an özgürleştiğimi hissettim. Mutsuzluğumu fark ettim, bilgisizliğimi, cahilliğimi fark ettim ve mutsuzluğumu anladığım o andan itibaren bu hikâyeyi devam ettirebileceğimi anladım. Benimle birlikte insanlar olmasa da tek başıma olsam da bu hikâyeye devam edeceğim. Ya kendi içimizde çürük portakal bize atılmış gibi yok olup gidicez ya da bu maskeleri kırıcaz… Acı çeken insanlarla birlikte olup çocuklar gibi olacağız… “Çirkin yara izi yoktur” diye bir söz vardı… Kimin bilmiyorum ama çok güzel... (Bir söz geliyor aklına, bağırarak okuyor) Pessoa olsa gerek; “Düşmeler öğretir bize. Yara izlerimiz rütbelerimizdir. En çok da kaçtığım kavgaların yaralarının izlerini taşıyorum.”… Vallahi ben hiçbir kavgadan kaçmadım!
Onlar… Arkadaşlarım… En son 5 yıl oldu bir kısmı hapisten çıkalı. 24 yıl yediler pek çoğu. Bir tane dostum vardı, onun da adı Özgür. O kadar çok işkence gördü ki cinsel organını kaybetti. Babası askerdi. Volvo arabalar, evler teklif etti. Yine de davadan vazgeçmedi. Fransa’ya gittiğini biliyorum…Harika çocuklardı. Beş tanesi burada olsa neler yaparız bugün. Şimdi görüşmüyoruz… Bak ya böyle dostların olacak ya da yazdığın bir hikayen… Biliyor musunuz… Biz dostlarımla her ayrıldığımızda sanki bir daha görüşemeyecekmiş gibi sarılırdık birbirimize… (Susuyor, uzun bir sessizlik oluyor. Kafasını eğip parmaklarıyla oynuyor, kafasını kaldırdığında çenesinden yaşlar akıyor.) Ben şimdi kime sarılacağım… (Kendi kendine konuşurmuş gibi sayıklıyor.) Geçmişimi nerde biriktireceğim…Ha… Bütün o gümbürtü nereye gidecek?