Fatma, 31 Yaşında, Ev Hanımı
-Hani böyle kardeşinle bir fotoğrafın olur ya… Sen 5 yaşındasındır, kardeşin 3,5 yaşındadır. İkinizin üzerinde de elbise vardır, ama sadece senin bacağında alakasız bir külotlu çorap vardır. Kardeşinin bacağında yoktur... O yüzden “tesettür”, “iffet” bazı çocuklar için diğerlerine göre çok daha kolay bir kabul, kaçamak… Düşünsene beş yaşındasın. Televizyonda İran’da yedi yaşında çarşaf giymiş kızlar sırayla Kur’an okuyorlar ve tam bu sahnede baban senin gözlerinin içine bakarak “Ne güzel değil mi?” diyor. Onu örnek gösteriyor. Ben altıncı sınıftaydım başörtü takmaya karar verdiğimde. Galiba 11 yaşında oluyor. Ki daha ergenliğe bile girmemişim… Ama zaten hikâyenin nereye geleceği de belli, negatif hiçbir kod yok. Gittiğin vakıflar, dernekler, kurslar belli. Çok küçük yaştan itibaren kafanda kamusal alan ayrımı var. Nerede başörtülü olabilirsin, nerede olamazsın. Bunun bilinci. Bir gün gerçekten bu rüzgâr seni bir yere getiriyor, kapanıyorsun. Çocuksun ama karar alıyorsun. Ama okula girerken açıp, çıkınca kapatınca ve diğer çocuklar seni görünce “Üstü cami, altı pantolon” diye seninle dalga geçiyorlar.
Benim bir anım var. Bu anımı o kadar derine gömmüşüm ki, üzerinden ancak 18 sene geçtiğinde başka bir şeyi düşünürken hatırladım. Altıncı sınıftayım. Başımı kapatma kararı almışım. Okula girerken başımı açıyorum yalnızca, onun dışında her yerde kapalıyım. Kapanmamın üzerinden iki hafta geçmiş ve 23 Nisan’da okulda bir yürüyüş var. Sıraya dizileceğiz, bütün mahallede marşlar söyleyerek gezeceğiz. Program bu. Sen daha başörtünü çantandan çıkarırken bile tedirginsin, bazen hocan görüyor ve sana öyle bir bakıyor ki. Ne yapmış olabileceğini düşünüyorsun. İtiraf etmiyorum ama herkesten sonra giriyorum okula, çaktırmadan bahçede başörtümü çıkarıyorum. Sınıftan herkesten sonra çıkıyorum. Bir gün bir arkadaşım görmüştü okul çıkışında. “Korkma, seni gördüğümü kimseye söylemeyeceğim” demişti. O an orda niye bir şey söyleyemediğimi hala düşünürüm. Yani mesela niye söylemiyorsun, ya da neyi söylemiyorsun. Ben neden senin bu tepkin karşısında sanki suç ortaklığımız varmış gibi susup kalıyorum...
İşte bu olayın birkaç gün sonrasında yürüyüş vardı. Öğretmene gelmek istemediğimi söylüyorum, zorunlu diyor. Babama rapor al diyorum, gitmek istemiyorum diyorum. İlgilenmiyor… Gitmek zorunda kaldım. Okulun önünden başladık, mahalledeki bütün esnafları, her gün gittiğin bakkal, pastane, kırtasiye, sokaklar, bütün bir okul bandolar, marşlar, ellerde bayraklar dolaşıyoruz. Başörtüm çantamda. Yürürken öğretmen önüne döndüğünde hemen gruptan ayrılıyorum. Bizim sınıfın durduğu yeri görecek kadar bir mesafeye gidiyorum. Mesela bir sokağın solunda yürüyorsa sıra, ben sağ tarafında sote bir yer buluyorum. Orda başörtümü takıyorum. Gruptan uzak yola devam ediyorum. Ama bir süre sonra bakıyorum öğretmen sınıftakileri sayıyor, çünkü bir yandan da kimsenin kaybedilmemesi lazım. Sokaktasın neticede, trafik akıyor bir yandan. Bir yandan o kalabalık, gümbürtü, marşlar, adımlar, bandocuların davulları… Sanki savaşa gidiyoruz. Öğretmen sayıyı saymaya yeltendiğinde başörtümü çıkarıp çantama koyuyorum ve hemen koşup sıraya giriyorum. Biraz sırada bekliyorum. Ama bu arada o kadar vicdan azabı çekiyorum ki. Öğretmen saymayı bitirip önüne dönünce tekrar kaçıyorum, yine sote bir yerde başörtümü bağlayıp grubu uzaktan takip ediyorum. Bu döngü beş altı kere tekrar ediyor.
Sanki o yaşta kafamda kamusal alanla bir sınır belirlemişim. Okulda olunca Allah bana günah yazmaz, ama dışarısı... Dışarda sorumluyum. Öğretmen de bir kere bile “Fatma nerdesin?” demiyor, “Habire nereye kayboluyorsun” demiyor. Niye sürekli gözden kayboluyorsun demiyor. Sıra arkadaşım, birkaç arkadaşım görüyorlar, muhtemelen görmezden geliyorlar. Bu sahne böyle bir saat boyunca hatırlamadığım kadar devam ediyor. Sırada geri kalıyorum, başka sınıfın sırasına giriyorum. O yürüyüş bitiyor okula geliyoruz ama sanki zaman mefhumu kayıp benim için o yürüyüş anında. Daha ilginç olan ben bunu ne anneme anlatıyorum ne kardeşlerime. Ki genelde okuldan gelince yaşadığı şeyleri annesine babasına anlatan, konuşkan bir insanım. Ya da hiçbir arkadaşıma anlatmıyorum. Arkadaşlarım var, ama orta bire geçince, kapanınca bir anda yalnızlaşıyorum. Bir de o dönem başarı sınıfı falan olurdu altı-yediye geçince. Seni en iyiler sınıfına alıyorlar, ama sana bir kayıpmış gibi bakıyorlar. Biliyorlar, çünkü seçeneklerin belli. Ama ben o zamanlar bunca zorluğuna ve kırgınlığıma rağmen bunları engelmiş gibi görmüyordum. Güçlü hissediyordum. Onur duyuyordum. Ama bugün baktığımda o çocuk için, belki engellenme psikolojisi değil ama 12 yaşındaki bir çocuk için çok fazla geliyor. Ya da bunları yaşamak zorunda mıydı diye soruyorum içimden. Bugün hangi 12 yaşındaki çocuğun böyle yükleri kaldırmasını normal karşılıyoruz ki? Ben 19 yaşımda Suriye’ye üniversite okumaya gidene kadar kalıpsal düşünmekten başka bir şey bilmiyordum. Elimde belli kalıplar vardı, işte imam hatipte başarılı öğrenci Fatma, gittiğim vakıflardaki Fatma’lar, babasının kızı Fatma, arkadaşları için takva sahibi Fatma, bir yanıyla köyden İstanbul’a yeni gelmiş bir ailenin kızı Fatma... Kendime ilişkin belli başlı kalıplar, izolasyonlar, akvaryumlar. Hep kendini gördüğün aynalar, çünkü hepsi tanıdık ve aynı parantezde. Suriye’ye gidip de üniversitede, dil okulunda başka milletten insanlar, erkekler, akşam sekizden sonra eve girmek, karma bir ortamda yemeğe gitmek, diyalog kurmak, tebessüm etmek... Bunları yaparken bir yanda içimden bir korku, “Allah bana ne der, ne yapar” korkusu. Aslında Kur’an’ı en çok okuduğumuz, ama bazı şeylerde de hiç anlamadığımız bir zaman dilimiymiş mesela bu sıralar. Onu da 20’li yaşlarımın sonuna doğru daha iyi anladım.
“Ertelendim çünkü, yaşamıma, tutkularıma geciktim.”
31 yaşındayım, yeni yeni erkek arkadaşlarım oluyor. Buna şaşırtıcı bir şeymiş gibi bakmamaya çalışıyorum. Büyümüşüm, saçma sapan anlamlar kurmuyorum buna. Bu da bana gençken kendimden çok emin göründüğüm zamanlarda bile aslında ne kadar kırılgan olduğumu hatırlatıyor. Sürekli bir kendimi sorgulama halindeymişim aslında. Şimdi kendimden emin olduğumu biliyorum. Şunu fark ettim: 20’li yaşların sonlarına doğru; ben olduğum insan gibi mi yaşıyorum, yoksa yaşadığım insan mı oluyorum? Çünkü sanki arada yapay bir uçurum var ve ben o iki yakayı birleştirmeye çalışıyorum. Mesela üniversiteye başlıyorum, seçenekler yine belli, yine yakın. Niye ilahiyat seçiyorum, niye buna devam ediyorum? Ben üniversite okumak, gelişmek için gidiyorum. Daha çok sığlaşıyorum. Ne bilgi, ne diyalog, ne tutku. Kantindesin istediğin masaya oturamıyorsun, derste soru sorup tartışma çıkaramıyorsun… Hocaların gözünde zaten kadın olduğun için baştan kaybetmişsin. Bunlar benim için büyük hayal kırıklıklarından biri oldu. Ama bunları görmek benim göç etmemi sağladı. Bütün bunlara karşı kızgınlık ya da öfke değil ama bir kırgınlık hissediyorum. Ertelendim çünkü, yaşamıma, tutkularıma geciktim. Yazmak 6 yaşımdan beri bir istekti benim için, hikayeler anlatmak… Ama etiketler hep bunu sümen altı etmeme sebep oldu. Bu isteğimin defalarca harekete geçtiği anlar oldu. Yazmaya başlıyordum, ama sonra o imge, olmam gereken kişi, bir şekilde hep buna ket vuruyordu. Üniversite üçüncü sınıfta yazarak telifler almaya başlamıştım, ama yine durdurmuşum, durdurulmuşum. Hep kimin benden ne istediği üzerine kurulu bir hayat, benim gerçekten ne istediğim değil. Bunu ancak şimdi yapabiliyorum. Başına gelen şeyin ne olduğunu tam olarak anlamadığın, ya da onu kendine tam olarak itiraf etmediğin sürece o şey tekrarlıyor. Yani bir nevi dersini almamak. Hayatım sürekli yazmak üzerine bir şeye başlamak, ama tam böyle meyvelerini almaya başlarken galebe çalan başka şeylere teslim olmakla geçmiş. İçinde bulunduğum yer, çocuklukta kurulmuş yüzüm, benim kendim olmama izin vermedi. Evlendim, ayrıldım İstanbul’dan. Kaçmak, yalnızlaşmak, olmak istediğin şey için bir yere dönüştü sonra. Bu yalnızlık bana yazmam için izin verdi. Başka şeylerin ona galebe çalmasına izin vermeyecek kadar dinleyebiliyorum sesimi. Gerçek bir imge bu, çünkü kendime ait. Geçen gün bir muhabbet esnasında biri “Sen hep böyle miydin” dedi, ordan başka bir arkadaş “Hayır buraya gelince böyle oldu” dedi. Ben de dedim ki “Hayır, böyle olduğumu buraya gelince anladım.” Konuşmak istiyorum anlıyor musun? Ama eskiden konuştuğum gibi konuşmak istemiyorum. Eskiden bağırarak konuşurdum. Artık bağırmadan konuşmak istiyorum.