top of page
Türkiye'nin Ruhuna Yolculuk

Türkiye'nin Ekonomik İstikrarından Ayrılmayan Hayatlara Dair

Hakan, 50 Yaşında, Şair



-19’lu yaşlar, ODTÜ yurdundayız… Bilgisayar mühendisliğinden bir arkadaş var. Çok sempati duyduğum, aklına, sağduyusuna çok güvendiğim biri. Arkadaşlığından keyif aldığım biri. Ama adama mesafe koyuyorum. O da huzursuzlanıyor, mutsuz oluyor. En son dedi ki “Ben sana yaklaşmaya çalışıyorum, sen neden benden uzaklaşıyorsun?” Dedim ki “Abi sen bizden değilsin.” İdeolojik olarak başka bir gruba dahil olmadığı halde İslamcı olmadığı için, Müslüman olmadığı için o mesafeyi koyuyordum. Korkuyordum çünkü, birbirimize karışırız diye korkuyordum.


Aslında insanlık o karışmadır, arkadaşlığın kendisi bir değerdir yani. Orda benim inançlarım demek ki cılız olduğu için, kendimi yetiştirme tarzım sağlam olmadığı için, kendimi zoraki o ilişkinin dışına itmişim. Yani ideoloji üzerinden arkadaşlık kurmak; arkadaşlığın ruhuna aykırı bir şey. Ve biz bu hatayı çok uzun bir süre yaptık. Birçok insan yaptı bunu, sadece İslamcılar değil. Herkes yapıyordu bu hatayı. Ne kazandık? İdeolojisinden maddi menfaat temin eden insanlar bir şey kazanmış olabilir, bu işin bir de iktidarı var çünkü. Ekonomik iktidarı var, siyasi iktidarı var. Mağrur olmak var. “Biz yendik öbürlerini” hikayesi var. Ben de bundan istifade etmişimdir belki. Ama iyi bir ilişkiyi kaçırdım orda mesela. Çok iyi bir arkadaşla diyelim ki üç ay, üç yıl, sadece ODTÜ’de okuduğum dönemde -ki aynı dönemde okulu bırakma kararı aldım- belki de daha sonraki hayatıma taşınacak bir arkadaşlıktı. Benim daha iyi bir insan olmamı, daha yetişkin olmamı sağlayacak bir şeyi ben kendi elimle bilinçli olarak ve iyi bir şey yaptığımı düşünerek reddettim. Kendi ruhumdan, kendi nefsimden bir şeyi vererek bir fedakârlık yaptığımı düşünüyordum ben. Fakat baktığında dinde var mı bu, dinin özünde var mı? Yok. Bu ideolojinin emri. 90’lı yılların emri bu…


İdeoloji dediğin şey zaten bir hayal kırıklığı ama bunları işte özel hayatında nereye koyuyorsun. Ben evliydim, mutluydum, zor bir hayatımız vardı. 2001 öncesinden bahsediyorum. İdeolojik olarak da tuhaf bir konumdaydık, 28 Şubat’ın etkilerinin çok bariz yaşandığı bir dönemdi. Ama emekle, dürüstlükle ve sadakatle yaşarsan hallolur diyordum ben. Allah’la da böyle bir pazarlığım vardı. Öyle olmuyormuş yani. Sen bir şey istediğinde nefs diye bir şey var.


Ben çalışıyordum, bazen 12 saat çeviri yapıyordum. “Senin kalıbında bir adam neden daha çok para kazanmıyor?” Ben hayatım boyunca bu soruya muhatap oldum. Ya abi ben parayı kazanmaya çalışsam senle niye muhatap olayım? Senle ben hiç karşılaşmazdım ki zaten. Gider yurtdışında okurdum, yurtdışında bir şeyin CEO’su olurdum. Onu elde ederdim. Sen de, belediyeci tanıdığın da gıpta ederdi falan ama ben o değilim ki zaten. Niye beni sürekli oraya itiyorsunuz? Yani böyle sürekli “Neden burjuva değilsin” baskısı var. “Neden orta sınıftan değilsin?”, “Neden üst orta sınıftan değilsin?”, “Neden imtiyazın yok?”, “Neden nüfuzlu biri değilsin?”


Yani ben böyle hayatımı idame ettirebilen çoluk çocuğuna sefillik yaşatmayan ama huzursuz olduğu şeyleri de yapmayan biri olmak istedim. İşe yaramadı bu. Ekonomik kriz oldu, dergi kapandı, boşandım! Boşanma nedeni de bence ne dersek diyelim o burjuva şenliğini yaşamamaktı. Asık suratlılıktı. Diğer taraftan bakınca da kişisel olarak yaydığım psikolojik şiddet vardı. Ki bu psikolojik şiddet benle başlamıyor, beni önceliyor yani. Aileden geliyor. Babaanneden babaya geliyor, oradan sana geliyor. Sert bir ortam.


Ben sekiz yaşındayken çocuklar dayak yiyince gidip annelerine şikâyet ediyorlardı, o beni dövdü falan diye. Anneler de onların annelerine gidip sizin çocuk bizim çocuğu dövmüş diyorlardı. Ben de gittim anneme dedim ki “Ya ben dayak yiyince sen niye benim hakkımı hukukumu korumuyorsun?” Bana, “Senin elin yok mu?” dedi. Şimdi üzülebilir misin dayak yediğine böyle bir durumda. Hayır, acımadı ki dersin. Bir dersin, iki dersin. Sonra öfke olur patlar, birinin kafasını yararsın. Ya da gidersin dayak yersin. Bir süre sonra da şiddet doğru gelmeye başlar, şiddetten haz duyarsın ama o çok zehirli bir hazdır. Psikolojik şiddet daha beterdir. Ben çok fiziksel şiddete maruz kalmadım, kimseyi de fazla hırpalamadım ilkokuldaki ortaokuldaki kavgaları saymazsak. Ama psikolojik şiddet çok gördüm, evde gördüm. Psikolojik şiddet de radyasyon gibi. En son geldiğim noktada psikolojik şiddet uygulayan bir insana dönüştüm. Neden? Şiddetin, öfkenin diğer tarafında depresyon var. Bir madalyonun iki yüzü gibi. Hüsran duygusu var, üzüntü var ama bu böyle kirli kan gibi. Çıkmıyor. Hani yara var ama o yara kapanmış. İçerde bir yerde iltihap var. Bu öfkeye dönüşüyor. Şimdi bugün ben yine aynı geçmişi yaşıyorum; ekonomik kriz oldu, dergi kapandı, boşandım. Yani hayatta sahip olduğumu zannettiğim her şey elimden gidince çuvalladım. Bu sefer şey oldu artık böyle baraj kapakları açıldı yani. Dayanamadım artık, bu şeye dayanamadım.


“Hüzünden de gelmişiz zaten…”


Bizim aile biraz karışıktır… Babam CHP’li bir adam, abim Komünist, ben İslamcıyım… Yani, ben şahsen kendi üzerimden ailemin hikayesinden baktığım yerde şunu görüyorum. Benim ailem 1928’de Gürcistan’ın Borçalı, Terekeme bölgesinden gelip Kars’a yerleşmiş bir aile. Sınırlar kapanınca sınırların kapanmasından kaçan bir aile. Ailenin çoğu da Borçalı’da kalmıştır. Onların soyadı Omarov, bizim soyadımız ***. Gelme nedenimiz şu; bizim büyük dede Gürcistan’da kanun kaçağı. Gürcistan Sovyet Cumhuriyeti’nde kanun kaçağı olan birisi, cinayet işlemiş çünkü. Bizim varlık nedenimiz cinayet. Buna aynı zamanda “Kaçakaç Savaşı” derler, Adanalılar “Kaçkaç Savaşı” der. Ermenilerle, ama özellikle Gürcülerle bizimkilerin arasındaki sivil savaş. Hüzünden de gelmişiz zaten. Çünkü o dönemde yani I. Dünya Savaşı’ndan sonraki dünyada çok fazla mübadele var, göç var, iltica var. Bize mesela “mülteci” demiş devlet, sonra “muhacir” demiş. Muhacir olduğumuz için de zulme uğramışız. O yüzden ben şimdi muhacirlere, Suriyelilere zulmedildiğinde çok sinirleniyorum. Hatta kendisi muhacir soyundan gelip bunu yapan insanlar da çok. O yüzden anlayamıyorum yani. Noluyor, biraz kendini idrak et. Şimdi Türkiye bir muhacirler, mülteciler ülkesi. Muhacirin mültecinin hikayesinde zaten şiddet var. Şiddet olmasa zaten muhacir olmayacak o aile. Yani hem topyekûn olan bir şiddet var, hem de içerde şiddet var.


Bizim mesela şöyle bir hikayemiz var. Çok kırıcı üzücü ama bizim üst soyumuzun hikayesi bu. Bunlar gençken aile içinde kavga ederken kapıları kapatıyorlar. Köylerde bizim evlerimiz kompleks şeklindedir. Evin odaları vardır orda büyük aile yaşar, üç dört aile birden yaşar. Hol vardır arada, holün karşısında da işte ağıllar, ahırlar, otluk varsa o, sütlük varsa o vardır. Ve iki tane büyük kapı vardır. Kapalı bir külliye gibi. İki kapıyı kapatıp içerde ellerine ne geçirirlerse birbirlerine kafa göz giriyorlar, öldürürcesine. Kimse ölmüyor ama sakat kalıyor, bir şey oluyor. Çok ciddi bir şiddet. Bu bizim kuşağa daha hafiflemiş olarak yansıdı. Şimdi biz mesela kardeşlerimizin, bizim çocuklarımızın kavga etmesine mâni oluyoruz. Okulda kavga ederlerse zaten okul çağırıyor. Şiddeti azaltmaya çalışan bir toplum bizim toplum. Bütün dünyada şiddeti azaltma çabası var ama fiziksel şiddetten kurtuldukça bu sefer bir bakıyorsun pasif agresyon, psikolojik şiddet, aşağılama, hor görme. İdeolojiler arası kavga mesela. Analiz tartışması. Ben mesela gençliğimde Türkiye çözümlemelerinin tartışmasını çözümleme olarak görmek istedim. Diyelim ki liberaller çevreciler bana en uzak olanlardır, onlara da dahil olmaya, onları da dinlemeye ve okumaya çalışıyorum. Adam fikir ortaya koyuyor. Onun fikrinin özünü benimsemeyebilirsin ama yöntemini benimseyebilirsin. Diyelim ki adam bir anekdot anlatıyor. Ben İlhan Selçuk da okuyordum, Etyen Mahçupyan da. Ama sonra fark ettim ki böyle çok dayak yerim ben.


ODTÜ’de en şiddetsiz grup çevreciler, ekolojistler olduğu için ilk başta onlara takılıyordum. Bir de sınıfımda onlar vardı, fakültede daha doğrusu. Belki beş, belki on kişi. Amfi çıkışında oturuyorduk onlarla ve şiddetsiz bir ilişkiydi. Biraz da özeniyordum, hoşuma gidiyordu o şiddetsizlik. Sonra birisi bir gün “Biz Marx’ı da Muhammed’i de aşmalıyız” dedi. Ben direk kalktım gittim. Sonra peşimden geldi “Seni incitecek bir şey söylediysem kusura bakma lütfen” dedi. Dedim ki “Ben hiç itiraz etmiyorum senin söylediklerine, sen ne istersen onu yap. Marx’ı aş yani. Ama ben Muhammed’i aşarsam seni neden boğmayacağımı kendime anlatamam.” Muhammed bize dini getiren ve neden sulh olmamız gerektiğini anlatan adam. Yani ben Muhammed’in kavgasını vermiyorum, onun getirdiği sünneti yaşamaya çalışıyorum. Ve İslam’ı bir barış dini olarak anlamaya çalışıyorum ve seninle irtibatımı böyle kuruyorum. Yani Muhammed beni sana getirdi. Sen diyorsun Muhammed’i aş. Aşarsam uçan tekme atabilirim sana o zaman ya da çıkarcılık yapabilirim. Çünkü nefsim var yani, yok diyemem. Aşmayalım, en azından ben aşmayayım. Çünkü Marx başka bir şey, ahlak prensibi değil. Bir sosyal felsefe. Bir çözümleme daha doğrusu. Çözümleri aşalım. Peygamberin de kendi hevasına söylediği bir şey varsa -ki olmadığını Kur’an söylüyor-, ama yanıldığı bir iki nokta var onları da Kur’an düzeltiyor, o zaman içine herkesi koyabileceğimiz bir şey İslam. Ama yaşadığımız İslam öyle bir şey mi? Diğer Müslümanları koyamıyoruz içine. O yüzden bu gerilimler Türkiye’de çok fazla. Sebebi de şu: Türkiye sıkışmış bir ülke. Geçmişte açılımların tam merkezindeki bir ülke. İmparatorluğun merkezi. Dolayısıyla da yardıma ihtiyacı olana el uzatan bir yer. Çözüm aranan bir yer. Diyelim ki Britanya’da kıtlık olduğunda yardım istenebiliyor Osmanlı’dan. Şu anda da ilticanın merkezi Türkiye mesela. Sığınmacıların çok yoğun olduğu bir ülke ama gerçekten tam olarak böyle mi, sosyal olarak da bunu mu yaşıyoruz?


Benim kişisel tarihim fiziksel şiddet, psikolojik şiddet ve ideolojik şiddetle örülmüş bir hikâye. Türkiye’nin hikayesi de bu taraftan bakınca tam olarak böyle bir hikâye. Yani ben bir bebek olarak dünyaya geldim, çocuk olarak hopladım zıpladım. Ki benim çocukluğumun yedi yıl köydeki dönemi tam böyle bir dönem, muazzam bir mutluluktur. Bulut görüyordum, bulut olmak istiyordum. At görüyordum, at olmak istiyordum. Mesela, amcam bir gün köyde uçan bir inek gördüğünü iddia etti. Ben de inanmıştım. Marquez bilirsiniz, büyülü gerçekçiliği yaşayan Meksikalıları anlatıyor. “Sen uçan bir inek görebilir misin mesela?” (Bize soruyor) Hayır. Ama bu adamlar bu büyülü gerçekçiliği yaşıyorlar. Ben hep bu gerçeği yazdım. Amcam mesela, Yaşar Kemal okuyor. Bana gelip bu çok gerçek diyor. Ama Yaşar Kemal büyülü gerçekçi. Amcam için bu bir gerçek, ama senin reel bakışın için değil. Benim gerçeğim de bu… Bu gerçekle ilgileniyorum. Çünkü böyle büyüdüm, gördüm. Bendeki resim, imaj buydu. Ama çok yalnızdım, çok tektim, çocuklardan ziyade kuzularla arkadaştım. Orda da birtakım eksiklikler varmış, şimdi anlıyorum.


“Senin hayatın sana ait değil,

Türkiye’nin hayatı da Türkiye’ye...”


Daha sonra şehre taşınınca bir anda fark ettim, mesela etnik gruplar varmış. Ben 78 yılında okula başladım. Sırf şu etnik gruba değil buna mensup olduğun için hocalar geliyor, “Sen sen gel bakayim, bu sınıftan çıkıyorsun, B şubesine gidiyorsun” diyorlar. Niye gittiğini bilmiyorsun. Birkaç defa bu olunca fark ediyorsun ki ideolojik veya etnik ayrım var ve sen buna konu oluyorsun. Yaşın kaç? Yedi. Yedi yaşında bir insan niye buna konu olsun? Ben altı yaşındayken babam gurur duyardı benle, çünkü altı yaşında gitmişim babama demişim ki “Baba” demişim “Mustafa Üstündağ’ın konuşması var, çok önemli bir konuşma, mutlaka izle.” Mustafa Üstündağ hakkında şu anda hiçbir fikrim yok. Olmamasına da özen gösteriyorum. Tek bildiğim bu adamın 1970’lerin son yıllarında, 80 ihtilalinden önce CHP Genel Sekreteri olduğu. Ya altı yaşındaki bir çocuk ne yapsın CHP Genel Sekreterini? Top falan oynasın, daha fazla çikolata şeker yesin. Niye Mustafa Üstündağ’ı tanıyor? Çünkü babam Cumhuriyet Gazetesi okuyor, babam CHP’li, babam beni sevsin istiyorum. Babam beni nasıl sevecek, “Mustafa Üstündağ” diyerek. Çünkü onun kafasında şöyle bir şey var: Okusun mühendis olsun, milletvekili olsun. Yani senin hayatın sana ait değil. Türkiye’nin hayatı da Türkiye’ye ait değil. Avrupa diyor ki “Türkiye şunları şunları yapmalı.” Abi bir dur ya. Bir yavaş. Sen kendinle uğraşsana. “Türkiye şunları yapmalı, şu açılımları yapmalı.” Amerika stratejik olarak daha askeri bakıyor. Türkiye’nin ideolojisi Amerika’yı o kadar ilgilendirmiyor. Rusya diyor ki “Bizim politikamız şu; Türkiye bana işin ekonomik tarafını yapsın.” Bu güçler karşısında Türkiye tam bağımsız değil.


Sen de hayatın boyunca o bağımsızlığı yaşayamamışsın. 50 yaşında bir insan normalde bağımsız olmalı. Dünyanın her yerinde bu yaştaki birisi belli bir bağımsızlığa sahiptir. Ben de belirli bir bağımsızlığa sahibim. 24, 30 yaşındaki birisine göre daha serbestim. 50 yaşında birinin dinlememe hakkı vardır mesela tecrübeden dolayı. Gıcık kaparsınız. Dinlemez, biliyordur, deneyimi vardır. Siz ne anlatırsanız anlatın, onun kendi okey tahtasındaki bir şeyin rengindedir o ve diğerlerinin yanına koyar onu. Yanlış da anlayabilir sizi. Nispeten ekonomik özgürlüğü vardır. Çoluk çocuğu vardır, bir iktidarı, bir gücü vardır. Ben şimdi dımdızlak ortada kaldığım için o özgürlükleri de tam olarak yaşayamıyorum. O yüzden fıçıdaki Diyojen gibi, hani “Gölge etme başka ihsan istemem” diyen adam gibiyim. O niye öyle diyebildi? Çünkü fıçıda yaşıyordu zaten adam, bir evde bile yaşamıyordu. Vergiden muaftı yani. Ben de şu an vergiden muaf gibi yaşıyorum. Ve görüyorum ki benim hatıram, Hakan’ın hatırası, bundan önce varmış gibi olan hayatı, Türkiye’nin ekonomik istikrarına bağlıymış. Ben enflasyon üst döneminde hayatında enflasyon olmuş adamım.


96 yılında bir anda dergilerde görülmeye başladım. İlk yayınım 94’de ama 96’da ben 3-5 yerde birden yazıyordum. Her yere davet ediliyorum, televizyona falan çıkarılıyorum. İşim gücüm var. Enflasyon rakamları ya da Türkiye’deki siyasi dalgalanma ile beraber yön değişiyor. Ne bileyim iktidar değişiyor, bizim kimle görüşeceğimiz, hangi işte çalıştığımız değişiyor. Bizi yıllarca işsiz bıraktılar. Çünkü genel olarak siyasi nedenlerle iş bulamıyorduk. Sözüm ona yakın olduğumuz İslami camia; bu camia ile biz merbutuz. Fakat bu adamlar da bizden hoşlanmıyor. Züppe buluyorlar bizi. Murat ***, ben, Hakan ***, diğer arkadaşlar; işsiz bıraktılar bizi… Hatta birileri bana iş teklif etti, ben de yabancı dil bildiğim için peki dedim. Çok da düşük bir ücret ödeyeceklerdi. Adamlar da beni tanımıyor. Ben gittim, “Abi dediler; sen nasıl bir adamsın?” Dedim “Abi ben yeni geldim, ne oldu ki?” dedim. Telefonlar gelmiş, bu adamı almayın diye.


Türkiye’de herkes birbirini aşağı çekmeye çalışıyor. Neden? Çünkü öyle görmüşüz. Aşağı çekilen bir ülkede büyümüşüz... Burada bir şeylerin hatırası var, ne olduğunu anlamak için bakıyoruz işte tarihe. Yani neler yapmış adam. Kırıp dökmüş fethetmiş, zapt etmiş, kesmiş, aşmış ama diğer yandan da inşa etmiş. Hayat yolu açmış. Hep böyle medeniyetçilerimiz övünür mesela: “Bak bizde hayvanların hakkı heba olmaz. Bak kuş evleri falan var” diye. Benim evim yok abi, kuşun evi olsa ne olur! Şimdi Osmanlı kuşa bile ev yapacak kadar medenileşmiş, para vakıfları kurmuş, istismarı standartlaştırmış aynı zamanda. 16. Yüzyıl biraz değişik bir yüzyıl, bıçağın sırtı gibi. Kılıçla elde edilen bazı şeyler altınla elden kaçmış. Altıncılar altın sahipleri dünyada da böyledir, kılıç sahiplerini geri itmiştir. Sonradan burjuvazi olacak sınıf, aristokrat sınıfını geri itmeye başlamış. Batı’da bunun adı kapitalizm. Piyasa sistemi vs. bizde tam gerçekleşmemiş, vatandaş biraz daha korunmuş. Ama korunurken hareket kabiliyeti de azaltılmış. Yani seni koruyorlar, hayatta kalıyorsun. Sabah akşam çalışmıyorsun. İntihara sürüklenmiyor ya da sokakta kalmıyorsun. Ama hareket edemiyorsun, kişilik ortaya koyamıyorsun.


Ben mesela çok iyi hatırlıyorum. Bir gün “Bana uygun değil, benim bir kişiliğim var, ben başka türlü yapmak istiyorum” gibi bir şeyler söyledim. Benim sosyoloji mezunu abim “Senin ne kişiliğin olabilir?” dedi. “Biz bir aileyiz” dedi, “kimsenin bir kişiliği yok bu ailede” dedi. Ki kendisi sosyolog yani. İstanbul’da üniversite okumuş, son derece “kişilik” sahibi bir insan. Ama o aile bağlamını, o feodaliteyi yaşayan birisi. “Ben niye yaşamıyorum” diye bana kızıyor. Ben onun içinde doğsam da onun içinde yetişmedim. O yüzden farklı çizgide bir yerde duruyoruz.


Türkiye’nin insanlarına, gruplarına baktığımda bizde şöyle bir şey vardır: Muhalefette adam der ki şu yanlış bu yanlış, iktidar da bunları yapar. Sonra iktidarla muhalefet yer değiştirir. Onun söylediğini öbürü söylemeye, öbürünün yaptığını bu yapmaya başlar. O yüzden burda kim iktidar, kim muhalefet? O yüzden ben şöyle okuyorum: Müslümanlar diye bir kategoriye inanmıyorum. Herkes birbirine eşit ve herkesin dini de birbirine eşit. Benim önerim de bu. Herkes yapabildiği kadar bunu yapsın, insanlar olayları ihtiyatlı davranmak kaydıyla kendi içinden geldiği gibi yapsın. Çünkü Allah insana çok kuvvetli bir bünye vermiş. Bazı hikayeler var ki özellikle taciz hikayeleri, çocukken olanlar. Nasıl hayatta kalıyorlar bu insanlar, nasıl hayat tesis edebiliyorlar? Nasıl aile kuruyorlar mesela? İşte o kişisel güçle yapabiliyorlar. İşte Allah onlara dayanma gücü veriyor. Yer yer unutma gücü veriyor. Ümit veriyor yani. İçimizde olan şeyler bunlar. İnsanın özünde, karakterinde var bunlar. Benim önerebileceğim siyasi bir yol yok, korktuğum şeyler var sadece CHP’nin iktidarı gibi. Zaten Türkiye bu korkularla büyümüş bir ülke. Türkiye neden Kemalist bir ülke yani? Kemalizm nedir? Ben Nutuk’u çocukken nerdeyse ezbere bilirdim. Nutuk’ta Atatürk diyor ki; “Biz eğer İslamcılık yaparsak bizi ezerler. Biz Orta Asyacılık yaparsak yine ezerler. Osmanlıcılık yaparsak zaten ezdiler, parçaladılar. O yüzden bizim yapacağımız sınırlı toprağa bağlı bir milliyetçilikten başkası olamaz.” Bunu yapmasının sebebi de şu: Toprağa bağlı kalacak ki dışardan baskı gelmesin. Ama seküler bir milliyetçilik olacak bu. Halbuki Türk milliyetçiliğine baktığın zaman Türk milliyetçiliği niye seküler olsun ki; seküler bir geçmişi yok, sekülerlik onu inşa etmişti. İngiltere’de İngiliz milletini inşa eden adamlar seküler sınıftan, ruhban değil yani. Fransa milletini inşa etmiş adam devletin kendisi, krallık, krallıktan sonra cumhuriyet. Seküler yani. Dinle kiliseyle çok bir bağı ve ilişkisi yok. Ama Rusya’ya bakıyorsun. Rusya’da işte seküler değil tamamen, o yüzden Rusya çok merkezi, çok kişiye bağlı. Sovyetler de aslında bir ortodoksiydi, Ortodoks kilisesini yok ettiler ama kendileri onun yerine seküler bir ortodoksi inşa ettiler.


Türkiye’deki problemlerinden biri de budur: Sekülerlik tam olarak var mı Türkiye’de? Yani bir insan teki olarak, hayata doğmuş bir birey olarak karar verebilir misin? Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür biri olabilir misin? Sekülerliğin aslında güzel bir tanımı olabilir o mesela. Yani diyorum ki seküler olalım madem. Yani ben kendim böyle söylüyorum biraz espri karıştırarak. Türkiye’de laiklik, sekülerlik deyince belirli bir parti, bir çizgi, bir davranış tarzı, bir baskı tarzı, bir şiddet tarzı anlaşılıyor. Hayır sekülerlik aslında şiddetin reddidir, hoşgörünün kabulüdür. Adam diyor ki “Din yobazlıktır.” Peki abi sen nesin? Türkiye’deki sekülerler en sağlam, en şedid yobazlardır. Ama sekülerliği yaşıyor insanlar, gençler yaşıyor. Fakat Türkiye’deki serbestilere baktığında, düşünce serbestisi en son sırada geliyor. Hissetme serbestisi en son sırada geliyor. Yani ben çok ortaokul liseden özellikle kısmen üniversiteden bazen iş hayatından seküler aile çocuğu arkadaşlarımı düşünüyorum. Hayatlarında inanılmaz sert bir püritenlik var. Ahlaki baskı çok yoğun hayatlarında. Nasıl sekülersin sen ya da nasıl özgürsün ve serbestsin? İçki içmeye serbestlik var yani. Evlilik dışı cinsel ilişkiye serbestiyet var. Bu kadar. Başka bir şeye serbestiyet yok. Namaz kılmamaya serbestiyet var. Hep negatif yani. Pozitif serbestiyet yok. Yani ben böyle düşünüyorum. Seküler bir insan normalde çocuğu mesela diyelim ki Kur’an okumaya başladığında “Ya işte bu da merak ediyor okusun, öğrensin” diye düşünmeli. Ama öyle düşünülmez Türkiye’de. O ihanet etmiş gibi algılanır. Kur’an okuyanın, Müslümanın çocuğu da diyelim ki belli metinleri okumaya kalktığında o da ona ihanet etmiş gibi davranılır. Yani bir düşünme ve hissetme, bir ilişki kurma, insanlarla tanışma serbestiyeti yoktur. Türkiye’de yok.


“Ben tehlikesiz olmak istiyorum.”


Mesela ben ismimi değiştirdim bir ara, Selim ismini benimsedim. İçimde bir Selim yattığını biliyorum çünkü. Bazıları sordu Selim Işık’tan mı, biraz öyle yani. Ama Selim ismini genel olarak severim, tehlikesiz demek. Ben tehlikesiz olmak istiyorum ama tehdit saçıyorum… (Gülüyor) Şimdi bu tutarsızlığı görüyorum. O zaman diyorum ki “Abi yapmadığın şeyi söyleme! Tanı, kendini tanımaya çalış!” Çok zor bir şey kendini tanımak… Kendimi tanıyorum ben. Zaaflarımı her zaman biliyordum. O yüzden de “Ben” dedim “kendimi tanıyorum.” Zaaflarını bilmek sana yetmez, geçmişini anlamlandırabiliyor musun mesela? Sürekli geçmişiyle hesaplaşan bir insandım, insanlar da “Kendine çok yükleniyorsun” derdi. Oysa yüklenen ben miyim, yoksa bana yüklenen bir şey mi? Kişiliğim tam olarak bana mı ait, benliğim yüzde yüz bağımsız bir varlık mı yani? Şimdi burada işin psikoloji ilmi ile ilgili kısmını geçelim, ben o konulardan anlamam. Biz oluşturulmuş figürleriz.


Selim başkaları için tehlikesiz olmak istiyordu, şu anda da olmak için çaba sarf ediyor. Ama başka tehlikelerden ve geçmişte olmuş olan şeylerden kendini çıkarması lazım. Türkiye’nin tarihi ile benim tarihimin kesiştiği yer bu işte; çok yoğun şiddet! Bunu fark edebilmek ve bundan haz duymamak önemli. Sözel şiddet de buna dahil. Siyasetimiz küfür üzerine kurulu, neden? Açlığımız, tokluğumuz, nasıl bir insan olmak istediğimiz, gücümüz, yapmak istediklerimiz, inandığımız şey, kafamızdaki imgeler ve ilişkilerimiz; siyaset bunun için yapılıyor. Ama adamlar birbirine küfrediyor. Aşağıyı duyun. Aşağıda biz birbirimize küfrediyoruz ama sizin yüzünüzden de ediyoruz. Hani şey gibi kulüp başkanları kavga ediyor, taraftarlar da ediyor. Babalar kavga ediyor, çocuklar da kavga ediyor. Hatta taşrada mesela köpek kavgaları falan vardır. Köpekler dövüşür, sahipleri de dövüşür, sonra gider cinayet işler falan. Onur diye bir şey var, herkesin onuru olduğunu ve olacağını kabul etmemiz lazım. Müslümanın onuru kadar “gâvur”un da onuru var. Dolayısıyla da kendimizle gurur duyup her konuda kendimizi haklı hissedip yola devam edemeyiz. Zaten insan olarak her konuda haklı olamayız. Bu bize bir şey kazandırmaz, en fazla maddi güç kazandırır.


Müslümanların arka bahçesi, görüntünün hemen arkası, evin salonu ya da yatak odası sıkıntılı... Hayatımız iyi değil... “Ben kötü durumdayım; o yüzden herkes böyledir” anlamında söylemiyorum. İyi şeyler olmakla beraber toplumsal hayatımız iyi değil… Ve biz bu toplumsal hayatın neticelerini yaşıyoruz. Benim elli yaş krizim benim elli yıllık hayatımın krizi değil ki sadece; Türkiye’nin de getirdiği bir toplumsal psikolojinin birikimleri... Benim annemin yaşadığı travmalar bana yansıyor. Anneme yaşatanların yaşadıkları travmalar… Yakın zamandan baktığında toplumun açılabilen, esneyebilen bir yapıdan, sıkışmış bir topluma dönüştüğünü görüyoruz. Dışarıyla savaşabilen toplumken içerde o kadar savaş yok, dışarıyla savaşmayan bir toplumken, içerde birbirimizi yiyoruz. Atatürk’ün sözü var ya hani “Yurtta sulh, cihanda sulh” diye. “Cihanda sulh” kısmında doğru yerdeyiz, ama “yurtta sulh” konusunda değiliz. (Gülüyor) Güzel bir söz ama gerçek değil. Boynumuz eğik olduğu için cihanda sulh diyoruz biz, gücümüz yetmediği için. Şiddeti de doğru aktarmak lazım.


Mesele şu, bir yerde haksızlık varsa -ki haksızlık da birkaç yolla gelir-. Tacizle, şiddetle, ekonomik istismarla gelir. Ekonomik istismar var dünyada, cihat olmak zorunda. Var mı ekonomik istismara karşı cihat? Yok. O zaman biz zaten bu şiddete maruz kalıyoruz. Bu şiddete maruz kalmasak çocuklar yapmak istediklerini yapabilir, daha mutlu ilişkiler kurabilirlerdi. Bu iktisadi istismar dünyada var. Türkiye’de arada bir yerde duruyor. İstismar eden bir topluluk değiliz, tam anlamıyla istismar edilen bir topluluk da değiliz... Diyelim ki hepimiz para kaybettik. Aynı maaşı alıyorum ben geçen seneyle, yarı yarıya geçimim darlaşmış durumda. Yüzde yetmiş seksen darlaşmış durumda. Ama bankaların kârları arttı mesela, burada bir yanlışlık var. Benim gibi milyonlarca insan bedel öderken az sayıdaki birileri ve onların kâr ortakları bu işten kazanç sağlıyor. Burada bir zulüm var, bir yanlışlık var. Gündelik hayatıma yansıması var bunun... Sıkışıyorum çünkü, hareket kabiliyetim azalıyor. Gerilimim artıyor, gerilimim artınca da metroda yürüyen merdivende yürümeyen adama çıkışıyorum... Belki o adam da dolar arttığı için yürümüyordur.


Doksanlarda mesela gerçekten çok fazla itişme vardı. Geçerken döviz bürolarına bakardık, “Dolar bugün ne yapmış” diye. Hayatında bir zıplama olurdu. Hayatımız ortadan kalkardı yer yer. Ev kirasını adam üç katına falan çıkarırdı. Düzenli olarak benim ev kiram iki katına çıkıyordu. Standarttı bu. Hatta böyle dokuzuncu ayda falan bir önceki yılın kirasını ödediğin için “Hayat ne kolay” falan derdin. Halbuki aylık olarak enflasyon devam ederdi. %99, %79, %129 enflasyonları yaşadık biz 20’li yaşlarımızda. Ben öyle bir kuşaktan geliyorum. O yüzden biraz romantiktir bizim kuşak, para olmadığı için sıkıntı da yoktur. Âşıktır mesela. Benim kuşaktan olup da birine körkütük âşık olmamış, romantik İngiliz edebiyatındaki gibi âşık olmamış, ekmek gibi su gibi âşık olmamış kimse yoktur. Herkesin bir tane masalı vardır. O masal da hep hayal kırıklığı ile bitmiştir. Ben her zaman şu ukalalığı yapardım; “Benim yaş kuşağımın içerisinden en çok ezayı cefayı ben çektim akranlarım arasında, ama iyi oldu. Çünkü netice itibari ile en mutlu hayatı ben kurdum” derdim.


Elli yaşına kadar da hakikaten böyle geldi. Bir buçuk yıl önce deprem oldu ama. Evi kurduk, inşa ettik, bahçesini de yanına koyduk ama deprem oldu, ev yıkıldı. Benim de diğer arkadaşlardan bir farkım kalmadı. Toplumsal gerilimler bazı insanların hikayelerinde patlamış oluyor. Yapmak istediklerini eksik yaptığın için karanlıklara gömülüyorsun. Öfke olarak çıkıyor o, öfkeni de öfke olarak yaşamıyorsun. Bir şeylere vuruyorsun. Eşine ihanet ediyorsun, para pul konularında yanlış yolda gidiyorsun veya içe kapanıp evini ihmal ediyorsun.


Arkadaşlarının arasında suiistimaller oluyor ya da partiler arası ihanetler oluyor. Ben 2001 yılında mesela ihanete uğramış hissetmiştim kendimi, bir partiye mensup olmadığım halde... Çok yönlü olarak... Rejim bana ihanet etti 1997’de. Ben 80 ihtilalinde bunu hissetmedim, 9 yaşındaydım çünkü. Ama 1997’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti bana ihanet etti. Kendisinin yasal olarak kabul ettiği birçok kurumu yok etmeye kalktı. Bazılarını da biçti. Mesela Anadolu liselerini biçti. İmam-hatipleri geçelim, kendilerinin bürokrat yetiştirme iddiası ile kurduğu Anadolu liselerinin orta okul kısmını kaldırarak kendisi biçti. Sırf 8 yıllık kesintisiz eğitim diye bir şey uydurmak için... Fıtrata ve pedagojiye aykırıydı. Ama bunu yaptı. Her yerde polis kontrolü, jandarma, MİT kontrolü vardı. Çileye dönüşmüştü hayat. Rejim bize ihanet etti. Sonra parti kendi içinde kendine ihanet etti. Arkadaşlar birbirlerine ihanet etti. Eşler birbirine ihanet etti. Artık çocuk ve ebeveyn birbirine ihanet etmeye başladı...


Bütün o bahsettiğimiz geçmişteki sertlikler, 90’ların ikinci yarısında tekrar bir şiddet olarak ortaya çıktı. Mesela devletin faiz borçlarına dikkat et… Osmanlı’nın sonundaki faiz borçlarına, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki faiz borçlarına ve 1997 ile 2001 dönemindeki faiz borçlarına. Oradaki yükseltme trendlerine baktığınızda ekonomik istismarı görürsünüz. Ekonomik istismar ile fiziksel şiddetin ve ideolojik istismarın çok ortak tarafları var. Tarihsel olarak da çakıştığını hissediyorum. Hani biraz biliyoruz ki kazanıp da çalışan kaybediyorsa, burda bir yanlışlık vardır. Türkiye tekrar çalışanın da hayat hakkı bulduğu bir ülke gibiyken, tekrar aynı noktaya getirildi.


E böyle olunca, sürekli uğraşıyorsun ve olmuyor. Yirmi yılda bir aynı hikâyeyi yaşıyorsun. Ben artık “Ölmüş eşeğin kurttan korkusu olmaz” hesabı dalga geçiyordum kendimle... Ekonomik kriz oldu 2018’de, 2019’da dergiyi kapattım. “E eşim de boşar beni herhalde” dedim. O kadar da rahatım ki yani, beni seviyor, ben de onu seviyorum. Hayatta olmaz bu diyordum. Çok da mutlu göründüğümüz bir zamanda geldi ve “Boşanmak istiyorum” dedi. Benim ihmalkarlığım yüzünden elbette. Şok oldum, ne diyeceğimi bilemedim. Kabul ettim. Bir ay sonra boşandım. Gerekçelerini söyleyince “Ben bunun altından kalkamam” dedim. Şimdi “Gerizekalıymışım” diyorum. Ama geçmişte de aynısını yaşadığım için... Bilmiyorum. Vals kursuna gitmek istiyorum ben artık, yeni Hakan’ı tanımak istiyorum.

bottom of page